1 Ağustos 2016 Pazartesi

Rich Robinson ve "Flux"

             Bir rock ‘n’ roll grubunun sonunun geldiğinde ötesinde neler olacağını kestirebilmek bazen güç olabiliyor ama konu  Chris Robinson ve The Black Crowes ise müzisyenlerinin hemen hemen hepsinin birer solo şarkıcı ya da şarkı yazarı kıvamında olduğunu anlayabilmemiz güç olmuyor.  Atlanta Georgia çıkışlı The Black Crowes kariyerini noktaladığında Chris Robinson dışında kardeşi Rich Robinson’ın neler yapabileceği merak konusuydu. İlk solo albümü “Paper” çıktığında çoğu dinleyicide pek merak uyandırmadı ama odasında sürrealist resimler çizen bu nadide şarkı yazarı için başarı da gecikmedi. “She Talks To Angels” gibi bir besteyi besteleyebilmek, Patti Smith’in albümünde yer almak ve son zamanlarda Bad Company ile takılmak ise zaten apayrı bir başarı öyküsüydü.

            Çocukluğunda resimle ilgilenen ama babasının rock ‘n’ roll plaklarından geri kalmayan Rich Robinson’ın muhteviyatında Delta Blues’dan tutun klasik rock’ın ve depresif ingiliz folk müzisyenlerinin etkilerini duyumsayabilirsiniz. Özellikle Mississippi Fred McDowell, Mississippi John Hurt, Nick Drake, Jimmy Page, Duane Allman, Keith Richards, Paul Kossoff, Free, Bad Company ve Peter Green gibi isimleri çok yakından takip ettiğini biliyoruz. Ayrıca bu isimler dışında yan etkiler olarak o kadar çok isimle haşır neşir ki bu da kendi müziğinde inanılmaz sesler yaratmasına da olanak tanıyor.

   Rich Robinson’ın ikinci uzunçaları “Through A Crooked Sun” kendi alanında oldukça başarılı bir albüm oldu. Beyazlar içerisinde Rich silüeti ise albümün saf duygularla hazırlanışının bir timsaliydi sanki. Babasına yazdığı şarkılar ve kişisel duygularından ortaya çıkan bu albüm sonrasında da çıtasını oldukça yükseltti. Ardından gelen “The Ceaseless Sight” ise bir başyapıt olarak akıllara kazındı. Bu çalışma Rich’in solo müzikal dünyasında bir çığır açtı ve melankolik bestelerin insan duygusu üzerinde etkilerini gösterdi. “Down the Road” gibi bir eseri yaratması da kendisinin bu alanda ne kadar yetkin olduğunun kanıtıdır. Yalnız bu da değil; geçmişten gelen bilgi ve etki birikimiyle ortaya çıkardığı sesler ve gitar üzerinde yarattığı o tonlarla slide gitarın kendi beste yaratımında bambaşka mecralara sürüklenmesini de sağlamıştı. Blues’u rock ile harmanlayıp üzerine folk etkileri yerleştirmek, ya da etnik müzik üzerine blues’u harmanlayıp insanlara öyle sunmak gibi meziyetleri vardı bu şaheser adamın. Bir filozof vari yapısı olduğu da gerçekti.

     Son albümü “Flux” ise 2016 yılında çıktı. “Flux” aslında çok tecrübeli bir müzisyenin bir sanatçının çıkardığı albüm değil, aynı zamanda kendini oluşturduğu yapıtlarla aşmaya çalışmış hüzünlü bir yakarışçının da şiirsel hikâyesiydi. En başta Rock, folk, soul, funk ve blues’u bir şekilde birleştirmesi,  Led Zeppelin’den Savoy Brown tonlarına, oradan Creedence Clearwater Revival’a kadar her şeyi duyabiliyorsunuz. Eski anlayışla ortaya çıkarılmış ama yine kayıt esnasında 70’lerin aletleri kullanılarak meydana getirilmiş bir çalışma bu. Hiç bitmeyen groovy yapı bestelerin hepsine sinmiş durumda. Bir yeniş Southern Rock grubu olan Blackberry Smoke’dan Charlie Starr’ın albüme konuk olması ise güzel bir tesadüf olmuş açıkçası. Rich’in ayrıksı yönleri bununla da sınırlı değil aslında. “Flux”ın kapağında da apaçık görülüyor ki ciddi bir kimliğe sahip oluşu ve sinemayla da ilgilenmesi de takdire şayan. Eğer hayatınız bir şekilde rock ‘n’ roll ile buluşmuş ise böylesine nadide bir sanatçıyı dinlemek de boş bir iş olmayacaktır.

     

28 Temmuz 2016 Perşembe

Folk & Rock - 3

SEASICK STEVE
Sonic Soul Surfer
Imports



2000’lerle birlikte birden ismini duyuran bir isim Seasick Steve.  Çok yönlü bir müzisyen olmasının yanı sıra gitar işçiliği ve traktörlerle ilgilenmesi de cabası. Müziği öyle çok fazla geleneksel kokmuyor mutlaka içerisinde modern unsurlar bulabiliyorsunuz. Aslında blues ve folktan oldukça besleniyor ama kendi ürettiği ilginç isimli gitarların yarattığı o ambiyans nedeniyle şarkı formatı bambaşka hale bürünüyor. İlk albümü “Cheap” ve ardından gelen “Dog House Music” safi Amerikan müziği kokan çok ilginç albümlerdi ancak sonraki çalışmalarında kendi tarzını yarattı ve kemik dinleyiciler edindi. Bu son albümü de kendisinin artık yüksek mertebelerden seslendiği blues dinleyicilerini mest eden bir yapıya sahip. 

Folk ve Slide gitar tarzını bambaşka potalarda eritmesi ve daha çok geleneksel blues , bluegrass ve folk müziğe yakın durması bu albümün en dikkat çekici unsurlarından. Seasick Steve’in bir sonraki albümde neler yapacağını pek tahmin edemiyorsunuz gerçekten. Bu özelliğiyle parmakla gösterilen bir müzisyen olmasının yanı sıra kendisini dinlediğiniz zaman Amerika’nın o puslu yollarında arabanızla seyrediyor olmanız da olası bir şey. “Sonic Soul Surfer” bu senenin en iyi blues albümlerinden biri olmaya aday. 


SARAH MACDOUGALL
Grand Canyon
Rabbit Heart Music




Kanadalı genç şarkı yazarı  Sarah Macdougall Indie pop tarzındaki hatırı sayılır işleriyle dikkat çekmeye başladı. “I don’t want to be alone anymore” adlı ilk EPsiyle sadece Kanada ve çevresinde duyurduğu ismini “Across The Atlantic” adlı albümüyle iyice dinleyicilerin beynine kazıdı. “Grand Canyon” ise son çalışması kendisinin. Indie Pop sureti çerçevesinde yer ettiği tarzı yer yer elektronik sulara da açılıyor. Gerçekten de hem yürürken hem de bisiklet üstünde yazdığı ilginç şarkılarıyla bazen eğlenceli bazen de çok duygusal ve melankolik duygularda yaşatıyor insana. 

Bu albümde özellikle açılış şarkısı “I Want to see the light (lost from our eyes)” son zamanlarda dinlediğim en iyi beste. İsveççe olarak icra ettiği yoğun hüzün bombardımanı  “Malmö i mitt hjärta” ve albümle aynı ismi taşıyan “Grand Canyon” çok çok iyi çalışmalar. Kanada’nın kendi doğasından feyz alıp bunu kendi ruhuyla birleştirip öyle önümüze sunan bir kişilik Sarah Macdougall. Hisli ve yaratıcı. 


LAURA MARLING
Short Movie
Virgin



İngiliz şarkı/şarkı yazarı kategorisinin en yeni temsilcilerinden bir tanesi olan Laura Marling’in folk müzik çerçevesinde geliştirdiği o büyülü tınılar sayesinde bugün kendi kemik dinleyicisini gerçekleştirmesi tesadüf değil.  “I Speak Because I Can” ve 2013 albümü “Once I Was An Eagle” ile gerçekleştirdiği başarı sayesinde alternatif dinleyicilere de bir şeyler sunması, çok geniş bir alanda eserler yaratması ve Ruthann Friedmann, Sibylle Baier ve Joni Mitchell’dan aldığı feyz sayesinde de onları takip neticesinde çok doğru işler yapan bir sanatçı kimliğinde duruyor. 

“Short Movie” albümü ise hareketli ve yavaş tınılardaki bestelerin dengelendiği, yer yer gitarın Laura Marling’in sesine eşilk ettiği çok değişik içsel bir albüm. İçsel olması da Marling’in kendi sesinden ve müziğinin yarattığı melankolik duygudan kaynaklanıyor. Açılış şarkısı “Warrior”dan tutun “I Feel Your Love”a, oradan da “Walk Alone”a kadar hepsi mükemmel bestelerle dolu. Indie folk dinliyorsanız kendisini takip etmemeniz büyük kayıp olacaktır.


13 Aralık 2015 Pazar

Nick Drake - Pink Moon

NICK DRAKE – PINK MOON / Island Records


“Kimse bilmiyor, ne kadar soğuk estiğini. Kimse görmüyor dizlerimin ne kadar titrediğini.  Kimse önemsemiyor, basamaklarımın ne kadar dik oluşunu.  Ve kimse gülmüyor.”

            Üzerinden yıllar geçse de adından söz ettirecek bir isim. Bu kadar erken dünyayı terk edişi mi yoksa müzikal farklılığı mı etkiliyor insanları? Kaybedilen her müzisyen her değer için hayatta kalanların düşünce dünyasında neler oluşuyor da kendilerine bu kadar değeri yükleyebiliyoruz yıllar sonra? Acaba kendi içimizdeki duygu dünyasında onların şarkılarından kendimize pay çıkarır gibi onların yitip gitmesi bizi derinden etkiliyor. Yıllar sonra onların hayat hikâyelerini okuduğumuzda bizlere ilginç gelen, bize dokunan, hatta pencere kenarlarında elimizde bir bardak kahve ile uzaklara dalıp gitmemizin sağlayan bu şarkı yaratıcılarının her bir melodisi belki de bizim yaşantımızda çok önemli öğeleri oluşturuyor, bilinmez. Ancak şöyle bir gerçek var ki; NickDrake gibi kaybedilen değerlerin günümüze başka kişiliklerde yansımasının sebebi de bunda gizli. Belki kimimiz “Day Is Done”a eşlik ederek yalnızlığını paylaştı onunla, belki de “PoorBoy”da kendisi için üzülüp acı çektik. İşte kişisel lirikler bazen evrensel bir biçimde bütün dünyayı sarıveriyor. NickDrake’in şarkıları gibi.

Pink, pink, pink,pink. Pink moon! “

           Nick Drake’in müzikal etkileri geçmiş dönemin Folk blues’undan ve İngiliz modern folk müziğinden geliyor. Onun besteleri Townes Van Zandt’ın şarkıları gibi çok fazla Country etkileşimine girmez, aksine o, biraz gitar yorumlayış tekniğinin de farklı olması dolayısıyla kendi müzikal kimliğini yaratarak Bert Jansch, Donovan, RalphMcTell, Jackson C.Frankv.b. İngiliz/Amerikan folk müzisyenlerinin etkisinde kalarak kendi tarzını yaratmıştır. Hatta Paul Simon prodüktörlüğünde piyasaya sürülen 1965 yılı Jackson C.Frank albümünün giriş şarkısı olan “Blues Run theGame”iNickDrake’te yorumlamayı severdi. Aslına bakılırsa NickDrake’in içinde yaşadığı psikolojik çöküntüler ve depresyon diğer bütün özelliklerini geri planda bırakmıştır. Bugün onun gitar çalış tekniğinden fazla bahsetmiyoruz, şarkılarının kimden etkilendiği, içeriğinde neler olduğuyla fazla ilgilenmiyor onun yaşadığı depresyona ve üzüntülerine odaklanıyoruz. NickDrake’ın ilk çıktığı yıllarda sergilediği o eserler aslında salt folk müziği adına o kadar önemli ki. İlk çıkardığı “FiveLeavesLeft”in kendi kemik dinleyicisini yaratması, daha yoğun çalışmalar içeren ve içerisinde rock örneklerinin de bulunduğu “BryterLayter” gibi döneminin iyi eserleri sonucunda yine de başarıyı kazanamaması Drake için yıkıntı olmuştu. O dönemde çoğu önemli müzisyenin ve prodüktörün ilgisini çekmesine rağmen bu başarısının gölgede kalmasının sebebi biraz içe dönük yapısının oluşu ve diğer folk rakiplerinin belki de aynı anlarda başarılı albümlerini çıkarışıydı ki bunun bir örneği de “BryterLayter” çalışması çıkarken görüldü. Aynı zamanda çıkan Cat Stevens’ın içerisinde “LadyD’arbanville” ve “Katmandu” eserlerinin olduğu 1970 albümü “Mona Bone Jakon” adlı çalışma NickDrake’ın “BryterLyter”ının başarılı olmasını engellemişti.


        Bütün bu başarısızlıklara rağmen “Pink Moon” 1972 yılında ortaya çıkmıştı. FairportConvention ve SandyDenny için prodüktörlük yapmış JonWood’un yapımcılığında albüm iki günde kaydedilmişti ve bu çalışmada sadece NickDrake’in sesi, gitarı ve piyanosu vardı. 1971 yılında anti-depresan ve psikoloji klinikleriyle boğuşan Drake “Pink Moon” için oldukça karamsar ve yine içe dönük besteler yaratmıştı. Albümle aynı adı taşıyan şarkı başladığında sanki NeilYoung çalıyormuşçasına bir hisse kapılıyorsunuz ancak Drake’in sesini duyunca bütün her şey yerli yerine oturuyor. Yaşanılan depresyon, şizofreni, başa çıkamamazlık şarkı sözlerinde gizliydi.  “PlaceTo Be” şarkısında gitmek istediği, kaçmak istediği yeri anlatıyordu. Belki de bir bardak çay ile cam kenarında saatlerce dışarıya bakmasının sebebi bu hayalini kurduğu yer olabilirdi. İçi sorularla dolu olan “WhichWill” ise bir haykırıştır hayata. Umudun arandığı ama bulunması zor olduğu bir dünya anlatılmaktadır. 80 saniyelik ve sadece Nick Drake gitarının tınladığı “Horn” ise sessiz bir gece yarısı çalındığında sessiz bir çığlığın gökyüzüne haykırarak hayata olan isyanını anımsatıyordu. Gitarın 4 akorla tınladığı “Things Behind The Sun”ın ardından gelen “Know” ise kendi içindeki rahatsızlık veren psikolojiyi açıkça ortaya çıkarıyordu.

                    “Seni sevdiğimi biliyorsun,
                     Aldırmadığımı biliyorsun,
                     Seni gördüğümü biliyorsun,
                     Orada olmadığımı biliyorsun.”

   İçerisinde çok dinlenen bestelerin dışında artık pek hatırlanmayan “Harvest Breed”, “From The Morning” gibi eserlerde mevcuttu ancak her şeye rağmen bu albümde göz ardı edildi ve pek satmadı. “Pink Moon” NickDrake’in en direkt eseridir çünkü başka enstrüman olmadan çıplak olarak çalınmış ve kendi içerisinde taşıdığı bütün duyguları üzerinde taşıyan bir özelliği de sunuyordu. O zaman bağlı olduğu Island Records’un yanlış pazarlama politikası yüzünden de pek bekleneni veremeyen bu albüm zaman geçtikçe kült statüsüne erişti ve kendi dinleyicisini yakaladı. Türkiye’nin de Nick Drake ile tanışması biraz da dergiler ve kulaktan kulağa yayılan tavsiyeler sonucunda olmuştur.

   Folk, Indie Folk, New WeirdAmerica, Sadcore, Slowcore ve bazı Alternatif Country gruplarında ve solo sanatçılarında NickDrake gibi depresif ve içe dönük müzisyenlerin olduğunu ve bu isimlerin de çoğunun NickDrake’ten etkilendiği su götürmez bir gerçektir. Bugün kendisi günümüze o kadar çok etki ediyor ki bunu da es geçmek olmaz sanırım. Onun sesindeki hüznü ve gitarındaki o sessiz çığlığı Red House Painters ve Sun Kil Moon’un has adamı Mark Kozelek’te hissedebiliyoruz. Geçtiğimiz senelerde hayatını kaybeden Songs:Ohia ve MagnoliaElectricCo.’nun Jason Molina’sı, Elliott Smith ve Vic Chesnutt gibi değerler bize Nick Drake’i uzaktan da olsa anımsatıyor. Hepsinin derdi kendi içlerinde, hayata karşı, kendi içine karşı ve belki de yazdıkları liriklerde görünmeyen sisteme karşı davranışlarıyla, şarkılarıyla bize hayatlarını anımsatıyor her zaman.

        Nick Drake artık en yüksek mertebede duruyor öylece. Babası Rodney Drake:*“Öldüğü gece aşağı inip bir şeyler atıştırmış. Uyuyamadığında genelde yapardı bunu. Bazen karım sesini duyar, mutfağa gidip laflardı onunla. Ama o akşam hiçbir şey duymadık. Odasına dönüp reçeteli anti-depresan ilacından almış. Bu ilaçların tehlikeli olabileceğini aklımıza bile getirmemiştik. Şimdi düşündüğümde ilkokul öğretmeninin Nick hakkında yazdığı rapor geliyor aklıma. Öğretmen Nick’i okulda hiç kimsenin tam olarak tanımadığını yazmıştı. Sanırım işin özeti bu rapordaki sözlerde gizliydi. Hayatının sonuna kadar Nick’i hiç kimse tam olarak tanıyamadı.”


*Ogan Güner’in derlemesinden alıntıdır.

baha.

9 Ağustos 2015 Pazar

Folk & Rock - 3

Jessica Pratt
On Your Own Love Again
Drag City


Amerikalı şarkı/şarkı yazarı genç Jessica Pratt, köklerini Vashti Bunyan, Sibylle Baier ve Laura Marling gibi folk müzisyenlerinden alıyor. 2012 yılında kendi adını taşıdığı albümle psychedelic folk ve lo-fi dünyasında hatırı sayılır bir yer edindi. Sesinin tınısı, şarkı söyleyiş tarzı gerçekten de az bulunur cinsten ve bu kendisi için oldukça iyi bir saygınlık sağlıyor. Siyahlar içerisinde hazırladığı o depresif ilk çalışmanın neticesinde daha farklı seslenişlerle dinleyici karşısına çıkan Pratt, ilkine göre daha pozitif tatlar sunan “On Your Own Love Again” ile yine akustik dünyanın penceresini aralıyor. Ama tabii tamamen pozitif olduğu anlaşılmamalı, yer yer kullanılan Bossanova ve Flamenko etkileri, bunun yanında bazı ritmik akustik hareketler de yer alan bu olumlu duygular albümün yer yer gidişatına olumlu katkı yapmış. Her şeyden öte sanki 60’ların sonunda ya da 70’lerde çıkmışçasına tam bir ambiyans albümü olan bu çalışmada “Wrong Hand”, “Moon Dude” ve “Jaquelyn in the Background” gibi kalburüstü folk besteleri mevcut. Her ne kadar günümüz popüler yaklaşımlarına balıklama dalan dinleyici kitlesi çok olsa da Psychedelic folk ve deneysel işleri takip eden kitle de yok değil. Bu çalışma onlar için ve gerçekten de çok iyi.

Annie Keating
Make Believing
Self Released


Şu son zamanlarda Americana ile ilgili müzisyenler öylesine çoğaldı ki kimisini daha yeni duyuyoruz kimisini ise yeni dinliyoruz. Bu müzisyenler erkek ise ya Bruce Springsteen ve John Mellencamp’ten kadın vokal ise ya Lucinda Williams ya da Gillian Welch’den etkilenimini alıyor. Annie Keating’de aynen bu söylediğim tanıma uyan bir portre çiziyor. “Make Believing” kendisinin 6. albümü ve daha önceki “Belmont” albümünün kalitesinin uzağında bir çalışma. Şarkı yazarlığı çok ciddi bir iş ve bir albüm yapıyorsanız onun içerisine giren her besteye özen göstermek zorundasınız aksi takdirde bir yerde tökezliyorsunuz. “Make Believing”de bu hataya düşülmüş ve bir yere kadar iyi giden çalışmalar bir süre sonra sıkmaya başlıyor. “Coney Island” ve “Sunny Dirt Road” gibi çalışmalar gerçekten de takdiri hak ediyor ama gerek Annie’nin çok özellikli olmayan vokalleri ve beste kalitesindeki yetersizlik yüzünden birkaç çalışma oldukça vasat. “Belmont” türünün en iyilerinden birisiydi ve sanırım hep öyle hatırlanacak.

Ryan Bingham
Fear And Saturday Night
Axter/Bingham Records


Giyiminden kuşamına, söylediği şarkılardan tutun genel duruşuna kadar bir Meksikalı portresi çizen mükemmel bir Americana müzisyeni. New Mexico eyaletinin o tozlu yollarında yaşaması yazdığı söylediği şarkılara o kadar yansıyor ki diğer Americana müzisyenleri arasından dikkatlice sıyrılmasını biliyor. Genç yaşına rağmen 5 albümlük mükemmel bir dikografisi var ve hepsinde de belli bir kalitenin çok üzerinde kalmasını iyi beceriyor. Özellikle “Mescalito” ve “Roadhouse Sun” o müzik türünde ileride birer kilometre taşı olacak vaziyette albümler. Son çıkardığı “Fear And Saturday Night” ise diğerlerinden pek farkı olmayan buram buram Meksika kırması Amerikan kokan şarkılarla dolu. Daha önce T-Bone Burnett ve Marc Ford gibi müthiş isimlerle çalışan Bingham, bu sefer Wilco ve Crowded House ile birliktelik yaşamış Jim Scott’ı yapımcı koltuğuna oturtmuş. Şarkılar olağanüstü derecesinde güzel ve yer yer otobiyografik tatlar taşıyan sözlerle dolu. Veranda da sallanan sandalyenize oturup bir kadeh viski ile bu albümü taçlandırmak sanırım en doğru hareket olacaktır.



Bettye LaVette - Worthy

Bettye Lavette
Worthy
Cherry Red Records



        
     Yaşamındaki bütün heyecanlarını, tutkularını ve üzüntülerini söylediği şarkılarda bulabileceğiniz, söyleyiş tarzındaki o vazgeçilmez sempatikliği her zaman aklınızda tutabileceğiniz, unutamayacağınız bir tarafı vardır Bettye Lavette’in. Soul, R&B, blues, rock, funk ve hafiften country müziklerinin sentezini bugüne kadar bir arada tutmayı başarıp okuduğu şarkılarla bugüne kadar efsane olabilen yüzlerce değerden sadece bir tanesidir. Özellikle  “I’ve Got My Own Hell to Raise” adlı çalışmasıyla göz dolduran Lavette son albümünde baştan sona cover şarkılarla dolu bir seçki sunuyor kendi dinleyicisine. Bob Dylan, Keith Richards, Mick Jagger, John Lennon ve Paul McCartney gibi isimlerin şarkılarını kendi tarzında mükemmel derecede yorumlamış.



       “Unbelievable”, “Complicated”, “Wait” ve bir Randall Bramblett bestesi “Where A Life Goes”da ustalığını konuşturmuş. Gırtlağı artık efsane derecesinde olan kusursuz bir yorumcu Lavette. Bunun sonucunda da getirdiği yorumlamalar hemen hepsi belli bir kalitenin çok çok üzerinde oluyor. “Worthy” bu senenin hemen başında müzik dünyası için biçilmez kaftan niteliğinde. Eğer soul vokal ağırlıklı üst derece bir yorum dinlemek istiyorsanız bu nefis albüm tam sizin için. 

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Opeth ve Pale Communion

         Opeth ve Pale Communion
       Retro sorunlar 2014


           Hep söylenip durulan bir şey bu; ”Opeth çok bozdu. Nerede eski zamanları? Ben eski brütal progresif death metal günlerini özlüyorum. Ya da bir “Morningrise” ya da “Still Life” gibi albüm çıkaramadılar.” gibilerinden serzenişleri o kadar çok duyuyoruz ki, ama artık önümüzde yepyeni bir Opeth’imiz var gelecek onlar için parlak gözüküyor. Acaba? Opeth’in aynı Dream Theater gibi Porcupine Tree gibi kemik bir dinleyici kitlesi var ve yeni bir albüm çıktığında müzikal farklılıklardan dolayı ya ikiye bölünüyorlar ya da paşa paşa albüm iyi değilmiş gibi gözükse de “Bu albüm aslında fena değil biraz daha dinlersem süper bir albüm olacak gibi…” söylemleri geliştirebilen çok hayalperest dinleyicileri de mevcut. Aynı olay Dream Theater dinleyicilerinde de görmekteyiz. Çünkü mutlaka gruba iyi pay çıkarmak isteyecek ve kendi dinlediği grubun en iyi topluluk, en iyi en kaliteli müzik icra eden grup olduğunu kendisine kabul ettirecek düşünceler geliştiriyorlar. Bu da psikolojik bir şey sonuçta.


          Opeth’in “Morningrise”ı çıktığında çoğu insan böyle orijinal bir müziği duyduğuna inanamadı ve grup kulaktan kulağa yayıldı dinlendi sevildi. Zaman içerisinde ta ki “Blackwater Park” albümüne kadar bir şeyler iyi gitti ancak bu “Blackwater Park” ile gelen Porcupine Tree baş adamı Steven Wilson gruba çok yüklü bir aşı uygulayarak hem sound değişiminin başlangıcını yaptı hem de “Harvest” v.b. şarkılarda tarz değişiminin başlangıcını yarattı. Sonraki gelen “Deliverance” her ne kadar sert ve teknik bir albüm olsa da “Damnation” bir onun kadar yumuşak ve daha progresif rock ile iç içe olan bir çalışmaydı. “Damnation” gibi bir albümü yaratmak hem Mikael Åkerfeldt’in hem de Steven Wilson’un desteklemeleri sonucunda oluşan bir fikirdi. Åkerfeldt’in aklında çok daha büyük projeler vardı fakat bunları zaman geçtikçe ileride ortaya çıkaracaktı. Şu bir gerçek ki Steven Wilson’un parmağının değdiği her yer güllük gülistanlık olmuyor maalesef. Opeth’in müziğini ters yöne çeviren beyinlerden birisi olarak yaptığı prodüktörlük sonuçlarının belli başlı taraflarını pek kabullenemiyorum. Åkerfeldt’i çok etki altında bırakıp fikirlerini çürüten ve “şu şöyle değil de böyle olmalı” diyen bir müzik adamı. Çok mükemmelliyetçi. Bu da belki karşısında özgür olmak isteyen bir Åkerfeldt’i etkiliyor. “Ghost Reveries’de beraber çalıştıkları Jens Bogren ise kişiyi karşısında özgür bırakan bir yapıya sahip. Orphaned Land’in “All Is One”ın da görüldüğü gibi oluşturduğu sound su gibi akıp gitmekte… E “Ghost Reveries” albümünün de nasıl mükemmel tonlara sahip olduğunu gördüğümüzde ise bu isim bana göre Opeth müziği ile ve Mikael Åkerfeldt’in birlikte çalışmasıyla iyi bir bileşim sunuyor dinleyiciye.


            “Watershed” albümünde de Bogren ile birlikte çalıştıktan sonra da “Heritage”de Åkerfeldt kendisini daha özgür bularak daha da kök bir sounda merhaba deyip bir Retro bir Progresif Rock albümüyle karşımıza çıktı. Bu aslında Opeth’in bambaşka ırmaklara açıldığının bir göstergesiydi. “Heritage”in de aslında çok iyi bir albüm olduğunu söyleyebilseydim keşke. Mikael Åkerfeldt’in neredeyse yaşamının çoğu Progresif Rock plaklarıyla, gruplarıyla ve 70’lerin o kendine has dönemi ile birlikte geçmişti. Progresif Rock müziğine hâkim olmayan birisi bu ortaya çıkarılan “Heritage” albümünü çok farklı yorumlayabilir belki grubun çok özgün bir şeyler sunduğunu bize söyleyebilir ancak gerçek öyle değil. Çok uzun yıllar Progresif Rock dinlemesem bu albümün bir başyapıt olduğunu söyleyebilirim ama durum çok farklı. “Heritage” kendi içerisinde yani Opeth müziği içerisinde çok özgün bir yapıya sahip olabilir. Bu Opeth için yeni bir müziktir fakat genel olarak baktığımızda bu albümde yapılan işlerin çoğu aslında 70’lerde yapılmış bitmiş. Mikael Åkerfeldt sadece üstüne yepyeni bir cila çekmiş o kadar. Adı üstünde albümün ismi, “miras, gelenek” olduğu için Åkerfeldt bunu dinlediği müziğe bir armağanı şeklinde sunmuş. Onun için farklı farklı gruplardan etkilenip öyle oluşturmuş bu çalışmayı. Albümden “Folklore”, “The Devil’s Orchard” ve "Häxprocess" iyi değil mi? Elbette kendi içerisinde kendi kulvarında iyi besteler ama bu gibi bestelerde temel olan tonları ve o hissiyatı zamanında diğer topluluklar kullanmış. Bu bir özgünlük olarak algılanmamalı. Birth Control ve dönemin diğer Alman heavy progresif rock grupları ve Norveçli Lucifer Was grubunun albümlerine bakılabilir bunun için.


      Kendi düşüncelerime dayanarak ve yıllarca Progresif Rock ile iç içe olan birisi olarak Mikael Åkerfeldt’in genel olarak etkilendiği, feyz aldığı ve Opeth albümlerinde kullandığı belli başlı isimleri sıralamak ve bunu öğrenmek isteyen kişilere de yardımcı olmak istiyorum. Åkerfeldt’in elindeki 70’lere ait Progresif Rock plakları içerisinde ve kendi dinlediği yeni gruplarda dâhil öyle sıralayabilirim. Öncelikle kendisi Alman ve literatürde German Rock olarak geçen gruplara çok özel bir ilgi duyuyor. Amon Düül II, Frumpy, Novalis, Grobschnitt, Nektar, Triumvirat gibi gruplar bir yana The Cosmic Jokers gibi uçuk toplulukları da dikkatle takip eder. Bunun yanında İngiliz YES grubunun ilk dönemleri, Cressida -plakları vardır kendisinde-  ve Psychedelic Folk gruplarından Comus ile de yakın ilişkiler içindedir. Ayrıca Camel’ı da çok özel olarak dinler ve kendi son dönem gitar tonlarında Andrew Latimer’ın etkisinde çok kalarak onun bir başka versiyonu olmuştur. “Heritage” albümünde kullandığı ve Alman Birth Control grubundan etkilendiği o heavy Progresif Rock temalı şarkılarını bu son dönem yapıtlarında oldukça kullanır. Yakın dönemden ise Änglagård’ın özellikle “Hybris” albümünden etkilenmesi ve Anekdoten’in albümlerinde kullandığı o karanlık temalı moog geçişlerini kullanması da ekstra bir bilgi olarak verilebilir. Bunun yanında İtalyan Senfonik gruplarına da çok ilgi duyar. Bu gruplar genelde çok depresif olmamakla birlikte çok derin bir melodik yapıyı beraberinde getirir ve bunun da Opeth’in son dönem eserlerinde kullandığı sinematografik geçişli eserlerine büyük katkısı olmuştur. Özellikle birazdan irdeleyeceğimiz “Pale Communion”da İtalyan progresif Rock gruplarından nasıl etkilenildiğini yazacağız.


    Opeth’in özgünlüğü, kendi oluşturdukları müziğe ait ilk denemeleri “Orchid”, “Morningrise”, “Still Life” gibi çalışmalarda görmüştük oysa bugün “Pale Communion”a bakıyorum ve hayrete düşüyorum.  Åkerfeldt’in söylediklerine dayanarak çok melodik ve zaman zaman sert tonlarla birlikte 70’lerin stiline yakın duran bir albüm geleceğinin sinyallerini kendisinden almıştık. Anlaşılan o ki “Pale Communion” ile sevenleri yine ikiye bölecek ve dinleyenleri mutlaka bir şeyler karalama ihtiyacı duyacak ve olur olmaz laflarla bezenmiş bir sürü şey okuyacağız hakkında. Kimileri “olmamış” diyecek, kimileri ise “çok süper albüm olmuş” diyerek ayrı kitleleri oluşturacaklar. Ben yine özgünlük düşüncesinden ortaya çıkarak –ki böyle yapmak zorundayım. Çünkü dinlediğimiz grup ilk dönemlerinde bunun kitabını yazmıştı. Doğru mu? Doğru.-  Opeth’in bu yeni çalışmasıyla ilgili belli başlı başlıklardan girerek sonuca gelmek istiyorum. Öncelikle Åkerfeldt’in zaman içerisinde söyledikleri aklımızın bir kenarında durmalı. Bunun yanında gruba yeni gelen Joakim Svalberg’in ne derece üstün bir müzisyen ve kendi enstrümanında ne derece yetkin bir isim olduğu da göz ardı edilmemeli. Eski klavyeci Per Wiberg genellikle beste içerisinde çok geri planda duran, org ve moog tınılarını bazen zor duyduğumuz güçlükte çalardı. Bunu albüm miksajcısı veya Åkerfeldt özellikle mi isterdi bilmiyorum ancak “Pale Communion” ile bu düşünce kırılmış gibi duruyor. Ki bütün şarkılara baktığımızda Joakim Svalberg oldukça ön planda duruyor. Svalberg’in geçmişi çok parlak olmasa da İsveç’te Qoph grubunda çaldığı yıllarda oldukça aktifti ve onların iki albümünde yer alarak sentez müziğinin en iyi örneklerinden birisini sergilemişti. Jazz alt yapısı, fusion’a olan ilgisi, doğaçlamaya yatkınlığı ise beste içerisinde çok belli oluyor. Kendisinin “Pale Communion”da bu kadar aktif olmasının sebebi ise bana göre beste yapılarından kaynaklanıyor. Gitarı olabildiğince biraz geri çekerek bunu sağlayan Åkerfeldt, Svalberg’in nasıl çaldığını bildiği için ondan çok özel tonlamalar isteyip volümünü de biraz açıp olayı böyle tamamlamak istemiştir.
 
PALE COMMUNION

            “Heritage” özgün olmamasına karşın bütünlük arz eden bir yapıya sahipti ancak bunu yeni çalışma “Pale Communion”da maalesef göremiyoruz. Arada besteler bazında iki albüm arasında köprü kurulmuş durumda ve birisi daha Retro bir yönü sergilerken bir diğeri ise bu Retro yöne biraz modern tınlamalar koyarak farklılığını kanıtlamak istiyor ama işte sorun da burada başlıyor. “Pale Communion”da her şey var. Jazz’dan tutun folk geçişlerine, bluesy tatlardan tutun da çok yoğun progresif öğelere kadar her şey mevcut ancak albümü dinletecek ve dinleme içerisinde sürekliliği sağlayacak materyallerin yokluğu da bu çalışmanın başarılı olmasını engelliyor. Bunun sebeplerinden birisi de bestelerdeki zorlayıcılık unsuru. Beste içerisinde bazı bölümler olabildiğince uzun tutulmuş, sıkıcılık sağlanarak zorlama melodilerle geçiştirilmeye çalışılmış. Mesela albüme giriş şarkısı “Eternal Rains Will Come” çok başarılı bir şarkı olmasına rağmen ardından gelen “Cusp Of Eternity”de sorunlar başlıyor ve devamında “Moon Above, Sun Below” ile bu başarısızlık devam ediyor. Eternal Rains Will Come” başlı başına etkileyici bir eser. Girişindeki kesik kesik güçlü org tınıları bile nasıl canavar bir klavyeci ile karşı karşıya kaldığımızın ve nasıl da kompleks bir beste dinlediğimizin kanıtı gibi duruyor. İlk dinlediğimde çok beğendiğim “Cusp Of Eternity” ise sonraki dinlemelerde bana çok özelliksiz gelerek büyük hayretler içerisinde bıraktı. Şarkının düz, inişsiz çıkışsız olduğunu geçtim melodiler oldukça basit kalmış ve Åkerfeldt’in harmonik vokalleri de şarkıyı kurtaramamış. “Moon Above, Sun Below” ise Andrew Latimer’ın o bilindik karakterli gitar tonlarının Åkerfeldt tarafından icrası sonucunda bir parça ilginç hale gelmiş ama o bluesy rifler sonrasındaki hareketli kısımlarında başlayan inanılmaz zorlama geçişlerle dolu. Gitar sololar bir parça sertlik düzeyini ayarlamaya çalışıyor, Svalberg gerilerde muhteşem takılmakta ancak 5. Dakikadan sonra Åkerfeldt’in akustik gitar ile buluşmasından sonraki o ara geçiş inanılmaz sıkıyor. Sonraki bölümler ise tümden insanın sabırlarını zorluyor. Svalberg’in org tonu her ne kadar mükemmel olsa da genel olarak yani davul ile gitarlar ile düşünüldüğünde pek başarılı değil. Sıradan bir grup bu şarkıyı yapsa olağanüstü diyebiliriz ancak Opeth’den böyle niteliksiz eserler duymak hakikaten can sıkıcı. 10-15 defa dinlersin bir kenara kaldırırsın. Ancak son 30 saniyedeki piyano ile kapanış harika olmuş.



    Akustik enstrümanlarla başlayan “Elysian Woes” ise komple muhteşem bir eser. Bu besteye hatta geri planda gerçek flüt, obua da katkıda bulunsaydı çok daha iyi olabilirdi. Şarkının 2:30 dakikasından sonraki sinematografik geçişler ve Åkerfeldt’in o hüzünlü gitar tınıları inanılmaz ambiyans yaratıyor. İtalyan senfonik progresif rock gruplarının yaptığı işlere benziyor açıkçası. Bu şarkı “Damnation” albümünde olsaydı eminim hiç sırıtmazdı. Ardından gelen enstrümental “Goblin” ise Svalberg’in fusion tınılarıyla başlıyor. Geride de sanki Amerikan dedektiflik dizileri müziğini anımsatan ve süreklilik içeren dopdolu bir melodiler ağı mevcut. Gerçekten de çok usta işi bir çalışma olmuş. Svalberg’in org tınları hakikaten çok üst düzey ve çok ön planda bu da besteye olumlu bir katkı yapmış. İtalyan korku filmleri ustası Dario Argento’nun müziklerini yapan 70’li yıllarda çok ünlü olmuş İtalyan Goblin adlı gruba saygı niteliğinde olan bu çalışma genel olarak dinlendiğinde ve Dario Argento’nun filmlerini de göz önüne getirdiğinizde müthiş bir atmosfer sunuyor dinleyiciye.


      “Pale Communion”daki vasat çalışmalardan ikisi “River” ve “Voice of Treason” arka arkaya resmediliyor. Bu albüm için büyük bir handikap olmuş. Her iki şarkı da çok iyi başlıyor hatta epik olarak nitelendirebileceğimiz melodiler de var ama bunlar maalesef beste ilerlediğinde bir amaca hizmet etmekten çok, çok havada kalıyor ve sonuca ulaşmıyor. Åkerfeldt her zaman beste içerisinde ilgi çekici yönler kullanır, ne bileyim ufak bir perküsyon geçişi, ufak bir akustik gitar tınısı… Bu bestelerde de bunlar mevcut ancak melodiler iyi değil ve insanın o halet-i ruhiyesini değiştirmiyor. “River”daki o bluesy gitar geçişleri çok nefis ancak devamında bazen Åkerfeldt’in kendi için yazmış olduğu vokal melodileri de yetersiz gelmiş ve iyi olmamış. Bunlar işte birbirlerini tamamlamıyorlar ve ne oluyor? Albümdeki o bütünlük hissi kayboluyor. Svalberg her ne kadar çok iyi çalsa bile diğerleri Mendez olsun Fredrik Åkesson olsun çok iyi yorumlasalar da bunlar bestenin kendisi iyi olmadığı için pek ilgi çekici gelmiyor. 10-15 defa dinleyip bir kenara atıyorsun. Albümdeki son çalışma ise “Faith In Others” adını taşıyor ve “Pale Communion”daki en iyi çalışmalardan birisini dinliyoruz ve müthiş bir kapanış eseri. Epik düzenlemelerin olduğu çok ilginç bir şarkı olarak kulağa çarpıyor. Başlangıcı bile efsane olabilir ilerde.



     Bana göre “Pale Communion” üzerinde çok tartışılacak olan, dinleyenleri ikiye bölecek ve böylece ortada kalacak, ortalama, standart bir Opeth albümü. Çok iyi bir albüm mü? Hayır, kesinlikle değil. Eğer “River”, “Voice of Treason”, “Cusp of Eternity” ve “Moon Above, Sun Below”’un dediğim yönleri çok daha iyi kotarılsaydı belki Opeth'in “en iyi” kategorilerinden kendisine iyi bir yer bulacaktı. Defalarca dinledikten sonra ve diğer albümlerini de aklınıza getirdiğinizde kulağınızda çok iyi bir şey bırakmadığı bir gerçek. Opeth’in geleceği konusunda çok net bir fikre sahip değilim ancak böyle, bu tarz arayışlarla geçiştirilecekse bir şeylerin gelecekte iyi olmayacağını söyleyebilirim. Tabii bunlar arayış konusudur ve Åkerfeldt ileride gerçekten de çok iyi işlerle karşımıza çıkar o zaman biz de onu zevkle dinlemeye devam ederiz. 

7/10 

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Royal Hunt - A Life To Die For

ROYAL HUNT – A Life To Die For
Akıl almaz formülize yaklaşımlar.


       
      Çok dramatik! Kolay değil aslında yıllar önce müzik yapmaya başlamışsın, bir grup oluşturmuşsun ve senelerce orijinalitesi yüksek bir tarz yakalayıp insanlara bunu sunuyorsun. İnsanlar ise geçmişten gelen bu birikimin benzer yansımalarını dikkatlice dinliyor ve takdir ediyor. André Andersen grubu ilk kurduğunda nasıl bir müzik icra etme konusunda kendi kafasında fikir birliğine girişmişken ileride de bunun benzer yansımalarını göreceğinden kanımca şüphe duymamıştır. Çünkü çocukluktan itibaren mükemmeliyetçi yetişme tarzının getirdiği ve tutkunu olduğu klasik ve barok müziğin o ciddi kulvarlarlarında dolaşmasının mevyesi de tahmin edersiniz ki böyle olacaktır. Sırf böyle düşünmesi sonucunda var olduğu noktayı tarif etmek hiç de zor değil. Konserlerdeki o ciddi tavrının altında yatan düşünceler, konser sırasında bir gitarın, bir davulun o anda nasıl çalınması gerektiği, bir melodinin aslına uygun yorumlanması zorunluluğunda olması gibi yaklaşımlar da kendisinin bu mükemmeliyetçi tavrının sonucudur. Gerek grubu Royal Hunt’ın başyapıtı sayılan “Paradox” ve gerekse de “Show Me How To Live” albümünde grubun geçmişine yönelik bilgiler verdiğimiz için sözü edilecek olan bu tanıtımda buna benzer bilgilere yer verilmeyecektir.

Müziği mekanik olup da aynı zamanda duygusal olabilen kaç gruba rastladınız? Veya progresif metal türü içinde yer alıp da aynı zamanda senfonik olabilen ancak yalnızca hard rock ve melodik rock türlerini de içerisinde barındırabilen kaç grup dinlediniz? Şöyle düşünüp de cevap vermeniz eminim ki zor olacaktır. İşte Royal Hunt içerisinde barındırdığı bu zenginlik ile yıllardır aynı pencereden bakıp durmakta. Çok daha önceden işledikleri sci-fi konseptleriyle, aşk-sevgi şarkılarına geçit vermeksizin yazdıkları gerçekçi şarkı sözleriyle kendi alanında belki de tek başına yürüyüp duruyor. Eski albümleri göz önünde bulundurduğunuzda “Moving Target”, “Fear“, “Mission” gibi çalışmalarına baktığımızda belli olan ses içerisindeki o mekanik tınıları çok rahat alabilirsiniz. Bunu da André Andersen o kadar usta bir şekilde beste yapısına yerleştiriyor ki ardından gelen klavye solo veya gitar solo sizi aniden duygusal bir dünyanın içine çekebiliyor. Geçmişten gelen formülize yaklaşımları da aynı şekilde bugün bile başarıyla uyguluyorlar. “Paradox” albümündeki klavye tonlarını ya da gitar tonlarını -misal olarak veriyorum- bir başka albümünde kullanabiliyorlar. İnsanlar çoğu zaman bunu kabulleniyor ama bazı dinleyiciler ise gerçekten de bundan rahatsız olabiliyorlar.

             Royal Hunt müziği deneysel bir yapıyı desteklemez. Çünkü bestenin çıkış yolu bu yapıyı kabullenmez, o yüzden de hep ucu kapalı, hep aynı çerçevede dönüp duran bir melodi anlayışları vardır. İnsanlar bazen değişiklik bekliyorlar kendilerinden fakat André Andersen’in bu kendinden emin tavrı neticesinde o klasik müzik ciddiyetinden çıkmayı da pek düşünmüyor. Bana göre ise bu durumun çok fazla negatif yönü yok, çünkü yaptıkları işi fazlasıyla iyi yapıyorlar, defalarca aynı pencereden bakan formülize albümler yaratsalar da… Çünkü zaten başka bir yerde rastlayamayacağınız bir ton sentez vari melodinin mükemmel bir şekilde icra edilmesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bunun neticesinde de akıl almaz varyasyonlar, bambaşka orkestral düzenlemeler, beyninizin içini uykudayken bile kemiriyor. Önemli olan da budur.

           Dream Theater da bu söylediğimiz formülize yaklaşımları içerisinde taşıyan bir topluluk, ancak onların farkı şarkı içerisinde çok fazla müzikal yoğunluk taşımaları ve dinleyiciyi zorlamalarıdır. Royal Hunt’da ise bu zorlayıcılık olmaz, aksine yağ gibi giden melodi düzenekleriyle beraber daha düz ve daha melodik beste yapılarıyla daha kolay dinlenebilir bir şarkı sunarlar dinleyicilerin karşısına. Orijinal vokalistleri Henrik Brockmann’in ayrılmasından sonra en iyi Amerikan vokalistlerini bünyesinde barındıran Royal Hunt, D.C. Cooper’ın yeniden gelmesiyle “Show Me How To Live”i çıkarmıştı. Aradan çok fazla zaman geçmeden yine belli formülize takıntılarını başarıyla uygulayan ve yine çiğ bir sound yaratan Royal Hunt, “A Life To Die For” için küçük yeniliklerle birlikte eski sound’larına da dönüşü müjdeliyor. “A Life To Die For”, tıpkı “Fear” albümünde olduğu gibi klavyenin gitarları çoğu yerde domine ettiği, mekanik/duygusal çekişmesinin en detaylı örneklerinin sunulduğu ve genel yapısıyla “Paradox” albümünün müzikal ruhunu ele geçirmiş bir portre sunuyor. Sadece bunlar da değil. Yenilikler var demiştik. Onları da şöyle açıklarsak, André Andersen’in orkestral düzenlemelerinde çok daha kompleks bir çizgiye geçtiği ve daha önce hiçbir zaman kullanmadığı synthesizer melodileri de bu çalışmada kullandığı çok net anlaşılıyor. 

            Bunun dışında gitar soloların çok daha yırtıcı, çok daha melodik Malmsteen’vari bir yöne kaydığı da görülmekte. Ayrıca vokalist D.C. Cooper’ın da daha önce yoğun bir şekilde tizlere ustalıkla çıktığını çok iyi görüyorduk ancak bu albümde daha farklı yönden bariton, opera etkili vokallerini de dinlemek gerçekten de bir zevk. D.C. Cooper’ın bu çalışmada farklı olarak yazılmış vokal melodilerinde kendi gücünü tartması, hatta aşması, çok geniş diyafram aralığından söylemesi, tizlere de çok rahat bir şekilde ustalıkla çıktığı şarkıları dikkatli bir şekilde dinlediğinizde anlaşılıyor.

            Şarkılar hakkında çok fazla bir şey yazmak istemiyorum. Bir kurt ulumasıyla açılan albüm klasik André Andersen melodileriyle başlıyor. “Hell Comes Down From Heaven” adlı epik şarkı için burada bir şey yazmak istiyorum. Bu tarz yapıları çok kullanıyor demiştik. Evet, André Andersen sanki yaşanılan bir kaosu resmetmek için, belki de savaşı hissettirmek, olumsuz koşulları eleştirmek için aşırı senfonik bir yapıyla, böyle dolambaçlı bir şekilde dinleyiciyi hipnotize ediyor. Sanki polisiye bir filmin ya da hareket içeren, şiddet içeren bir filmin müziğinin içerisindesiniz. Bu derece bir sinematografiklik ile bunu başarıyor. Ardından gelen “A Bullet’s Tale” ise başlangıcında aslen pop vokalisti olan Michelle Raitzin’in (Royal Hunt’ın menajerinin kızı) çok temiz vokalleriyle başlıyor. Nakaratlarında başarıya ulaşan bir başyapıt! “Running Out Of Tears”, “One Minute Left To Live” gibi şarkılar albümün gidişatını belirleyen en önemli besteler. Running Out Of Tears’ın hemen başlangıcındaki synth melodileri ve ardından gelen André Andersen tınılarına ve Jonas Larssen hard rock gitar sololarına dikkat! Çünkü geçişi çok iyi ayarlıyorlar. "Sign Of Yesterday" ise bana göre albümün hit şarkısı ancak sadece bana göre. Melodisi hızlı olmasına rağmen oldukça dramatik bir beste olduğu da bir gerçek. “Won’t Trust, Won’t Fear, Won’t Beg” ise D.C. Cooper’ın vokallerde devleştiği, melankoli düzeyi çok yüksek beste olmasına rağmen ardından gelen albümle aynı adı taşıyan şarkıda ise dudak uçuklatan bir D.C. Cooper dinlemekteyiz.

        Royal Hunt açıkçası bayan vokalleriyle dramatik yönü çok kuvvetli, bütünlük içeren ve karanlık bir portre çizen bir albüm ortaya çıkarmış. André Andersen ve tayfasının her zamanki halleri. 2013 yılının favori albüm sıralarında hard rock, melodik rock ve barok müzik ile harmanlanmış senfonik progresif metal severlerin listelerinde en üstlerde yer alacak bir çalışma.


9.5/10