Opeth ve Pale Communion
Retro sorunlar 2014
Hep söylenip durulan bir şey bu; ”Opeth
çok bozdu. Nerede eski zamanları? Ben eski brütal progresif death metal
günlerini özlüyorum. Ya da bir “Morningrise” ya da “Still Life” gibi albüm
çıkaramadılar.” gibilerinden serzenişleri o kadar çok duyuyoruz ki, ama artık
önümüzde yepyeni bir Opeth’imiz var gelecek onlar için parlak gözüküyor. Acaba?
Opeth’in aynı Dream Theater gibi Porcupine Tree gibi kemik bir dinleyici
kitlesi var ve yeni bir albüm çıktığında müzikal farklılıklardan dolayı ya
ikiye bölünüyorlar ya da paşa paşa albüm iyi değilmiş gibi gözükse de “Bu albüm
aslında fena değil biraz daha dinlersem süper bir albüm olacak gibi…”
söylemleri geliştirebilen çok hayalperest dinleyicileri de mevcut. Aynı olay
Dream Theater dinleyicilerinde de görmekteyiz. Çünkü mutlaka gruba iyi pay
çıkarmak isteyecek ve kendi dinlediği grubun en iyi topluluk, en iyi en
kaliteli müzik icra eden grup olduğunu kendisine kabul ettirecek düşünceler
geliştiriyorlar. Bu da psikolojik bir şey sonuçta.
Opeth’in “Morningrise”ı çıktığında
çoğu insan böyle orijinal bir müziği duyduğuna inanamadı ve grup kulaktan
kulağa yayıldı dinlendi sevildi. Zaman içerisinde ta ki “Blackwater Park”
albümüne kadar bir şeyler iyi gitti ancak bu “Blackwater Park” ile gelen
Porcupine Tree baş adamı Steven Wilson gruba çok yüklü bir aşı uygulayarak hem
sound değişiminin başlangıcını yaptı hem de “Harvest” v.b. şarkılarda tarz değişiminin
başlangıcını yarattı. Sonraki gelen “Deliverance” her ne kadar sert ve teknik
bir albüm olsa da “Damnation” bir onun kadar yumuşak ve daha progresif rock ile
iç içe olan bir çalışmaydı. “Damnation” gibi bir albümü yaratmak hem Mikael
Åkerfeldt’in hem de Steven Wilson’un desteklemeleri sonucunda oluşan bir
fikirdi. Åkerfeldt’in aklında çok daha büyük projeler vardı fakat bunları zaman
geçtikçe ileride ortaya çıkaracaktı. Şu bir gerçek ki Steven Wilson’un parmağının
değdiği her yer güllük gülistanlık olmuyor maalesef. Opeth’in müziğini ters
yöne çeviren beyinlerden birisi olarak yaptığı prodüktörlük sonuçlarının belli
başlı taraflarını pek kabullenemiyorum. Åkerfeldt’i çok etki altında bırakıp
fikirlerini çürüten ve “şu şöyle değil de böyle olmalı” diyen bir müzik adamı.
Çok mükemmelliyetçi. Bu da belki karşısında özgür olmak isteyen bir Åkerfeldt’i
etkiliyor. “Ghost Reveries’de beraber çalıştıkları Jens Bogren ise kişiyi
karşısında özgür bırakan bir yapıya sahip. Orphaned Land’in “All Is One”ın da
görüldüğü gibi oluşturduğu sound su gibi akıp gitmekte… E “Ghost Reveries”
albümünün de nasıl mükemmel tonlara sahip olduğunu gördüğümüzde ise bu isim
bana göre Opeth müziği ile ve Mikael Åkerfeldt’in birlikte çalışmasıyla iyi bir
bileşim sunuyor dinleyiciye.
“Watershed” albümünde de Bogren ile
birlikte çalıştıktan sonra da “Heritage”de Åkerfeldt kendisini daha özgür
bularak daha da kök bir sounda merhaba deyip bir Retro bir Progresif Rock albümüyle
karşımıza çıktı. Bu aslında Opeth’in bambaşka ırmaklara açıldığının bir
göstergesiydi. “Heritage”in de aslında çok iyi bir albüm olduğunu
söyleyebilseydim keşke. Mikael Åkerfeldt’in neredeyse yaşamının çoğu Progresif Rock
plaklarıyla, gruplarıyla ve 70’lerin o kendine has dönemi ile birlikte
geçmişti. Progresif Rock müziğine hâkim olmayan birisi bu ortaya çıkarılan “Heritage”
albümünü çok farklı yorumlayabilir belki grubun çok özgün bir şeyler sunduğunu
bize söyleyebilir ancak gerçek öyle değil. Çok uzun yıllar Progresif Rock
dinlemesem bu albümün bir başyapıt olduğunu söyleyebilirim ama durum çok
farklı. “Heritage” kendi içerisinde yani Opeth müziği içerisinde çok özgün bir
yapıya sahip olabilir. Bu Opeth için yeni bir müziktir fakat genel olarak
baktığımızda bu albümde yapılan işlerin çoğu aslında 70’lerde yapılmış bitmiş. Mikael
Åkerfeldt sadece üstüne yepyeni bir cila çekmiş o kadar. Adı üstünde albümün
ismi, “miras, gelenek” olduğu için Åkerfeldt bunu dinlediği müziğe bir armağanı
şeklinde sunmuş. Onun için farklı farklı gruplardan etkilenip öyle oluşturmuş
bu çalışmayı. Albümden “Folklore”, “The Devil’s Orchard” ve "Häxprocess"
iyi değil mi? Elbette kendi içerisinde kendi kulvarında iyi besteler ama bu
gibi bestelerde temel olan tonları ve o hissiyatı zamanında diğer topluluklar kullanmış.
Bu bir özgünlük olarak algılanmamalı. Birth Control ve dönemin diğer Alman
heavy progresif rock grupları ve Norveçli Lucifer Was grubunun albümlerine
bakılabilir bunun için.
Kendi düşüncelerime dayanarak ve yıllarca
Progresif Rock ile iç içe olan birisi olarak Mikael Åkerfeldt’in genel olarak
etkilendiği, feyz aldığı ve Opeth albümlerinde kullandığı belli başlı isimleri
sıralamak ve bunu öğrenmek isteyen kişilere de yardımcı olmak istiyorum. Åkerfeldt’in
elindeki 70’lere ait Progresif Rock plakları içerisinde ve kendi dinlediği yeni
gruplarda dâhil öyle sıralayabilirim. Öncelikle kendisi Alman ve literatürde
German Rock olarak geçen gruplara çok özel bir ilgi duyuyor. Amon Düül II,
Frumpy, Novalis, Grobschnitt, Nektar, Triumvirat gibi gruplar bir yana The
Cosmic Jokers gibi uçuk toplulukları da dikkatle takip eder. Bunun yanında
İngiliz YES grubunun ilk dönemleri, Cressida -plakları vardır kendisinde- ve Psychedelic Folk gruplarından Comus ile de
yakın ilişkiler içindedir. Ayrıca Camel’ı da çok özel olarak dinler ve kendi
son dönem gitar tonlarında Andrew Latimer’ın etkisinde çok kalarak onun bir
başka versiyonu olmuştur. “Heritage” albümünde kullandığı ve Alman Birth
Control grubundan etkilendiği o heavy Progresif Rock temalı şarkılarını bu son
dönem yapıtlarında oldukça kullanır. Yakın dönemden ise Änglagård’ın özellikle “Hybris”
albümünden etkilenmesi ve Anekdoten’in albümlerinde kullandığı o karanlık
temalı moog geçişlerini kullanması da ekstra bir bilgi olarak verilebilir. Bunun
yanında İtalyan Senfonik gruplarına da çok ilgi duyar. Bu gruplar genelde çok
depresif olmamakla birlikte çok derin bir melodik yapıyı beraberinde getirir ve
bunun da Opeth’in son dönem eserlerinde kullandığı sinematografik geçişli
eserlerine büyük katkısı olmuştur. Özellikle birazdan irdeleyeceğimiz “Pale
Communion”da İtalyan progresif Rock gruplarından nasıl etkilenildiğini
yazacağız.
Opeth’in özgünlüğü, kendi oluşturdukları
müziğe ait ilk denemeleri “Orchid”, “Morningrise”, “Still Life” gibi
çalışmalarda görmüştük oysa bugün “Pale Communion”a bakıyorum ve hayrete
düşüyorum. Åkerfeldt’in söylediklerine
dayanarak çok melodik ve zaman zaman sert tonlarla birlikte 70’lerin stiline
yakın duran bir albüm geleceğinin sinyallerini kendisinden almıştık. Anlaşılan
o ki “Pale Communion” ile sevenleri yine ikiye bölecek ve dinleyenleri mutlaka
bir şeyler karalama ihtiyacı duyacak ve olur olmaz laflarla bezenmiş bir sürü
şey okuyacağız hakkında. Kimileri “olmamış” diyecek, kimileri ise “çok süper
albüm olmuş” diyerek ayrı kitleleri oluşturacaklar. Ben yine özgünlük
düşüncesinden ortaya çıkarak –ki böyle
yapmak zorundayım. Çünkü dinlediğimiz grup ilk dönemlerinde bunun kitabını
yazmıştı. Doğru mu? Doğru.- Opeth’in
bu yeni çalışmasıyla ilgili belli başlı başlıklardan girerek sonuca gelmek
istiyorum. Öncelikle Åkerfeldt’in zaman içerisinde söyledikleri aklımızın bir
kenarında durmalı. Bunun yanında gruba yeni gelen Joakim Svalberg’in ne derece
üstün bir müzisyen ve kendi enstrümanında ne derece yetkin bir isim olduğu da
göz ardı edilmemeli. Eski klavyeci Per Wiberg genellikle beste içerisinde çok
geri planda duran, org ve moog tınılarını bazen zor duyduğumuz güçlükte
çalardı. Bunu albüm miksajcısı veya Åkerfeldt özellikle mi isterdi bilmiyorum
ancak “Pale Communion” ile bu düşünce kırılmış gibi duruyor. Ki bütün şarkılara
baktığımızda Joakim Svalberg oldukça ön planda duruyor. Svalberg’in geçmişi çok
parlak olmasa da İsveç’te Qoph grubunda çaldığı yıllarda oldukça aktifti ve
onların iki albümünde yer alarak sentez müziğinin en iyi örneklerinden birisini
sergilemişti. Jazz alt yapısı, fusion’a olan ilgisi, doğaçlamaya yatkınlığı ise
beste içerisinde çok belli oluyor. Kendisinin “Pale Communion”da bu kadar aktif
olmasının sebebi ise bana göre beste yapılarından kaynaklanıyor. Gitarı
olabildiğince biraz geri çekerek bunu sağlayan Åkerfeldt, Svalberg’in nasıl
çaldığını bildiği için ondan çok özel tonlamalar isteyip volümünü de biraz açıp
olayı böyle tamamlamak istemiştir.
|
PALE COMMUNION |
“Heritage” özgün olmamasına karşın
bütünlük arz eden bir yapıya sahipti ancak bunu yeni çalışma “Pale Communion”da
maalesef göremiyoruz. Arada besteler bazında iki albüm arasında köprü kurulmuş
durumda ve birisi daha Retro bir yönü sergilerken bir diğeri ise bu Retro yöne
biraz modern tınlamalar koyarak farklılığını kanıtlamak istiyor ama işte sorun
da burada başlıyor. “Pale Communion”da her şey var. Jazz’dan tutun folk
geçişlerine, bluesy tatlardan tutun da çok yoğun progresif öğelere kadar her
şey mevcut ancak albümü dinletecek ve dinleme içerisinde sürekliliği sağlayacak
materyallerin yokluğu da bu çalışmanın başarılı olmasını engelliyor. Bunun
sebeplerinden birisi de bestelerdeki zorlayıcılık unsuru. Beste içerisinde bazı
bölümler olabildiğince uzun tutulmuş, sıkıcılık sağlanarak zorlama melodilerle
geçiştirilmeye çalışılmış. Mesela albüme giriş şarkısı “Eternal Rains Will Come”
çok başarılı bir şarkı olmasına rağmen ardından gelen “Cusp Of Eternity”de
sorunlar başlıyor ve devamında “Moon Above, Sun Below” ile bu başarısızlık
devam ediyor. Eternal Rains Will Come” başlı başına etkileyici bir eser.
Girişindeki kesik kesik güçlü org tınıları bile nasıl canavar bir klavyeci ile
karşı karşıya kaldığımızın ve nasıl da kompleks bir beste dinlediğimizin kanıtı
gibi duruyor. İlk dinlediğimde çok beğendiğim “Cusp Of Eternity” ise sonraki
dinlemelerde bana çok özelliksiz gelerek büyük hayretler içerisinde bıraktı.
Şarkının düz, inişsiz çıkışsız olduğunu geçtim melodiler oldukça basit kalmış
ve Åkerfeldt’in harmonik vokalleri de şarkıyı kurtaramamış. “Moon Above, Sun
Below” ise Andrew Latimer’ın o bilindik karakterli gitar tonlarının Åkerfeldt
tarafından icrası sonucunda bir parça ilginç hale gelmiş ama o bluesy rifler
sonrasındaki hareketli kısımlarında başlayan inanılmaz zorlama geçişlerle dolu.
Gitar sololar bir parça sertlik düzeyini ayarlamaya çalışıyor, Svalberg
gerilerde muhteşem takılmakta ancak 5. Dakikadan sonra Åkerfeldt’in akustik
gitar ile buluşmasından sonraki o ara geçiş inanılmaz sıkıyor. Sonraki bölümler
ise tümden insanın sabırlarını zorluyor. Svalberg’in org tonu her ne kadar
mükemmel olsa da genel olarak yani davul ile gitarlar ile düşünüldüğünde pek
başarılı değil. Sıradan bir grup bu şarkıyı yapsa olağanüstü diyebiliriz ancak
Opeth’den böyle niteliksiz eserler duymak hakikaten can sıkıcı. 10-15 defa dinlersin
bir kenara kaldırırsın. Ancak son 30 saniyedeki piyano ile kapanış harika
olmuş.
Akustik enstrümanlarla başlayan “Elysian
Woes” ise komple muhteşem bir eser. Bu besteye hatta geri planda gerçek flüt,
obua da katkıda bulunsaydı çok daha iyi olabilirdi. Şarkının 2:30 dakikasından
sonraki sinematografik geçişler ve Åkerfeldt’in o hüzünlü gitar tınıları
inanılmaz ambiyans yaratıyor. İtalyan senfonik progresif rock gruplarının
yaptığı işlere benziyor açıkçası. Bu şarkı “Damnation” albümünde olsaydı eminim
hiç sırıtmazdı. Ardından gelen enstrümental “Goblin” ise Svalberg’in fusion
tınılarıyla başlıyor. Geride de sanki Amerikan dedektiflik dizileri müziğini
anımsatan ve süreklilik içeren dopdolu bir melodiler ağı mevcut. Gerçekten de
çok usta işi bir çalışma olmuş. Svalberg’in org tınları hakikaten çok üst düzey
ve çok ön planda bu da besteye olumlu bir katkı yapmış. İtalyan korku filmleri
ustası Dario Argento’nun müziklerini yapan 70’li yıllarda çok ünlü olmuş
İtalyan Goblin adlı gruba saygı niteliğinde olan bu çalışma genel olarak
dinlendiğinde ve Dario Argento’nun filmlerini de göz önüne getirdiğinizde
müthiş bir atmosfer sunuyor dinleyiciye.
“Pale Communion”daki vasat çalışmalardan
ikisi “River” ve “Voice of Treason” arka arkaya resmediliyor. Bu albüm için
büyük bir handikap olmuş. Her iki şarkı da çok iyi başlıyor hatta epik olarak
nitelendirebileceğimiz melodiler de var ama bunlar maalesef beste ilerlediğinde
bir amaca hizmet etmekten çok, çok havada kalıyor ve sonuca ulaşmıyor. Åkerfeldt
her zaman beste içerisinde ilgi çekici yönler kullanır, ne bileyim ufak bir
perküsyon geçişi, ufak bir akustik gitar tınısı… Bu bestelerde de bunlar mevcut
ancak melodiler iyi değil ve insanın o halet-i ruhiyesini değiştirmiyor. “River”daki
o bluesy gitar geçişleri çok nefis ancak devamında bazen Åkerfeldt’in kendi
için yazmış olduğu vokal melodileri de yetersiz gelmiş ve iyi olmamış. Bunlar
işte birbirlerini tamamlamıyorlar ve ne oluyor? Albümdeki o bütünlük hissi
kayboluyor. Svalberg her ne kadar çok iyi çalsa bile diğerleri Mendez olsun Fredrik
Åkesson olsun çok iyi yorumlasalar da bunlar bestenin kendisi iyi olmadığı için pek ilgi
çekici gelmiyor. 10-15 defa dinleyip bir kenara atıyorsun. Albümdeki son çalışma
ise “Faith In Others” adını taşıyor ve “Pale Communion”daki en iyi
çalışmalardan birisini dinliyoruz ve müthiş bir kapanış eseri. Epik
düzenlemelerin olduğu çok ilginç bir şarkı olarak kulağa çarpıyor. Başlangıcı bile efsane olabilir ilerde.
Bana göre “Pale Communion” üzerinde çok
tartışılacak olan, dinleyenleri ikiye bölecek ve böylece ortada kalacak,
ortalama, standart bir Opeth albümü. Çok iyi bir albüm mü? Hayır, kesinlikle
değil. Eğer “River”, “Voice of Treason”, “Cusp of Eternity” ve “Moon Above, Sun
Below”’un dediğim yönleri çok daha iyi kotarılsaydı belki Opeth'in “en iyi”
kategorilerinden kendisine iyi bir yer bulacaktı. Defalarca dinledikten sonra
ve diğer albümlerini de aklınıza getirdiğinizde kulağınızda çok iyi bir şey
bırakmadığı bir gerçek. Opeth’in geleceği konusunda çok net bir fikre sahip
değilim ancak böyle, bu tarz arayışlarla geçiştirilecekse bir şeylerin
gelecekte iyi olmayacağını söyleyebilirim. Tabii bunlar arayış konusudur ve Åkerfeldt
ileride gerçekten de çok iyi işlerle karşımıza çıkar o zaman biz de onu zevkle
dinlemeye devam ederiz.
7/10