ROYAL HUNT – A Life To Die For
Akıl almaz formülize yaklaşımlar.
Çok dramatik!
Kolay değil aslında yıllar önce müzik yapmaya başlamışsın, bir grup
oluşturmuşsun ve senelerce orijinalitesi yüksek bir tarz yakalayıp insanlara
bunu sunuyorsun. İnsanlar ise geçmişten gelen bu birikimin benzer yansımalarını
dikkatlice dinliyor ve takdir ediyor. André Andersen grubu ilk kurduğunda nasıl
bir müzik icra etme konusunda kendi kafasında fikir birliğine girişmişken ileride
de bunun benzer yansımalarını göreceğinden kanımca şüphe duymamıştır. Çünkü
çocukluktan itibaren mükemmeliyetçi yetişme tarzının getirdiği ve tutkunu
olduğu klasik ve barok müziğin o ciddi kulvarlarlarında dolaşmasının mevyesi de
tahmin edersiniz ki böyle olacaktır. Sırf böyle düşünmesi sonucunda var olduğu
noktayı tarif etmek hiç de zor değil. Konserlerdeki o ciddi tavrının altında
yatan düşünceler, konser sırasında bir gitarın, bir davulun o anda nasıl
çalınması gerektiği, bir melodinin aslına uygun yorumlanması zorunluluğunda
olması gibi yaklaşımlar da kendisinin bu mükemmeliyetçi tavrının sonucudur.
Gerek grubu Royal Hunt’ın başyapıtı sayılan “Paradox” ve gerekse de “Show Me How To Live” albümünde grubun geçmişine yönelik bilgiler verdiğimiz için sözü
edilecek olan bu tanıtımda buna benzer bilgilere yer verilmeyecektir.
Müziği mekanik olup da aynı zamanda duygusal olabilen kaç
gruba rastladınız? Veya progresif metal türü içinde yer alıp da aynı zamanda
senfonik olabilen ancak yalnızca hard rock ve melodik rock türlerini de
içerisinde barındırabilen kaç grup dinlediniz? Şöyle düşünüp de cevap vermeniz
eminim ki zor olacaktır. İşte Royal Hunt içerisinde barındırdığı bu zenginlik
ile yıllardır aynı pencereden bakıp durmakta. Çok daha önceden işledikleri
sci-fi konseptleriyle, aşk-sevgi şarkılarına geçit vermeksizin yazdıkları
gerçekçi şarkı sözleriyle kendi alanında belki de tek başına yürüyüp duruyor.
Eski albümleri göz önünde bulundurduğunuzda “Moving Target”, “Fear“, “Mission”
gibi çalışmalarına baktığımızda belli olan ses içerisindeki o mekanik tınıları
çok rahat alabilirsiniz. Bunu da André Andersen o kadar usta bir şekilde beste
yapısına yerleştiriyor ki ardından gelen klavye solo veya gitar solo sizi
aniden duygusal bir dünyanın içine çekebiliyor. Geçmişten gelen formülize
yaklaşımları da aynı şekilde bugün bile başarıyla uyguluyorlar. “Paradox”
albümündeki klavye tonlarını ya da gitar tonlarını -misal olarak veriyorum- bir
başka albümünde kullanabiliyorlar. İnsanlar çoğu zaman bunu kabulleniyor ama
bazı dinleyiciler ise gerçekten de bundan rahatsız olabiliyorlar.
Royal Hunt müziği deneysel bir yapıyı desteklemez. Çünkü
bestenin çıkış yolu bu yapıyı kabullenmez, o yüzden de hep ucu kapalı, hep aynı
çerçevede dönüp duran bir melodi anlayışları vardır. İnsanlar bazen değişiklik
bekliyorlar kendilerinden fakat André Andersen’in bu kendinden emin tavrı
neticesinde o klasik müzik ciddiyetinden çıkmayı da pek düşünmüyor. Bana göre
ise bu durumun çok fazla negatif yönü yok, çünkü yaptıkları işi fazlasıyla iyi
yapıyorlar, defalarca aynı pencereden bakan formülize albümler yaratsalar da…
Çünkü zaten başka bir yerde rastlayamayacağınız bir ton sentez vari melodinin
mükemmel bir şekilde icra edilmesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bunun
neticesinde de akıl almaz varyasyonlar, bambaşka orkestral düzenlemeler,
beyninizin içini uykudayken bile kemiriyor. Önemli olan da budur.
Dream Theater da bu söylediğimiz formülize yaklaşımları
içerisinde taşıyan bir topluluk, ancak onların farkı şarkı içerisinde çok fazla
müzikal yoğunluk taşımaları ve dinleyiciyi zorlamalarıdır. Royal Hunt’da ise bu
zorlayıcılık olmaz, aksine yağ gibi giden melodi düzenekleriyle beraber daha
düz ve daha melodik beste yapılarıyla daha kolay dinlenebilir bir şarkı
sunarlar dinleyicilerin karşısına. Orijinal vokalistleri Henrik Brockmann’in
ayrılmasından sonra en iyi Amerikan vokalistlerini bünyesinde barındıran Royal
Hunt, D.C. Cooper’ın yeniden gelmesiyle “Show Me How To Live”i çıkarmıştı.
Aradan çok fazla zaman geçmeden yine belli formülize takıntılarını başarıyla
uygulayan ve yine çiğ bir sound yaratan Royal Hunt, “A Life To Die For” için
küçük yeniliklerle birlikte eski sound’larına da dönüşü müjdeliyor. “A Life To
Die For”, tıpkı “Fear” albümünde olduğu gibi klavyenin gitarları çoğu yerde
domine ettiği, mekanik/duygusal çekişmesinin en detaylı örneklerinin sunulduğu
ve genel yapısıyla “Paradox” albümünün müzikal ruhunu ele geçirmiş bir portre
sunuyor. Sadece bunlar da değil. Yenilikler var demiştik. Onları da şöyle
açıklarsak, André Andersen’in orkestral düzenlemelerinde çok daha kompleks bir
çizgiye geçtiği ve daha önce hiçbir zaman kullanmadığı synthesizer melodileri
de bu çalışmada kullandığı çok net anlaşılıyor.
Bunun dışında gitar soloların
çok daha yırtıcı, çok daha melodik Malmsteen’vari bir yöne kaydığı da
görülmekte. Ayrıca vokalist D.C. Cooper’ın da daha önce yoğun bir şekilde
tizlere ustalıkla çıktığını çok iyi görüyorduk ancak bu albümde daha farklı
yönden bariton, opera etkili vokallerini de dinlemek gerçekten de bir zevk.
D.C. Cooper’ın bu çalışmada farklı olarak yazılmış vokal melodilerinde kendi
gücünü tartması, hatta aşması, çok geniş diyafram aralığından söylemesi,
tizlere de çok rahat bir şekilde ustalıkla çıktığı şarkıları dikkatli bir
şekilde dinlediğinizde anlaşılıyor.
Şarkılar hakkında çok fazla bir şey yazmak istemiyorum. Bir
kurt ulumasıyla açılan albüm klasik André Andersen melodileriyle başlıyor. “Hell
Comes Down From Heaven” adlı epik şarkı için burada bir şey yazmak istiyorum.
Bu tarz yapıları çok kullanıyor demiştik. Evet, André Andersen sanki yaşanılan
bir kaosu resmetmek için, belki de savaşı hissettirmek, olumsuz koşulları
eleştirmek için aşırı senfonik bir yapıyla, böyle dolambaçlı bir şekilde
dinleyiciyi hipnotize ediyor. Sanki polisiye bir filmin ya da hareket içeren,
şiddet içeren bir filmin müziğinin içerisindesiniz. Bu derece bir sinematografiklik
ile bunu başarıyor. Ardından gelen “A Bullet’s Tale” ise başlangıcında aslen
pop vokalisti olan Michelle Raitzin’in (Royal Hunt’ın menajerinin kızı) çok
temiz vokalleriyle başlıyor. Nakaratlarında başarıya ulaşan bir başyapıt! “Running
Out Of Tears”, “One Minute Left To Live” gibi şarkılar albümün gidişatını
belirleyen en önemli besteler. Running Out Of Tears’ın hemen başlangıcındaki
synth melodileri ve ardından gelen André Andersen tınılarına ve Jonas Larssen hard rock gitar sololarına dikkat! Çünkü geçişi çok iyi ayarlıyorlar. "Sign Of Yesterday" ise bana göre albümün hit şarkısı ancak sadece bana
göre. Melodisi hızlı olmasına rağmen oldukça dramatik bir beste olduğu da bir
gerçek. “Won’t Trust, Won’t Fear, Won’t Beg” ise D.C. Cooper’ın vokallerde
devleştiği, melankoli düzeyi çok yüksek beste olmasına rağmen ardından gelen
albümle aynı adı taşıyan şarkıda ise dudak uçuklatan bir D.C. Cooper
dinlemekteyiz.
Royal Hunt açıkçası bayan vokalleriyle dramatik yönü çok
kuvvetli, bütünlük içeren ve karanlık bir portre çizen bir albüm ortaya
çıkarmış. André Andersen ve tayfasının her zamanki halleri. 2013 yılının favori
albüm sıralarında hard rock, melodik rock ve barok müzik ile harmanlanmış senfonik progresif metal severlerin
listelerinde en üstlerde yer alacak bir çalışma.
9.5/10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder