13 Aralık 2015 Pazar

Nick Drake - Pink Moon

NICK DRAKE – PINK MOON / Island Records


“Kimse bilmiyor, ne kadar soğuk estiğini. Kimse görmüyor dizlerimin ne kadar titrediğini.  Kimse önemsemiyor, basamaklarımın ne kadar dik oluşunu.  Ve kimse gülmüyor.”

            Üzerinden yıllar geçse de adından söz ettirecek bir isim. Bu kadar erken dünyayı terk edişi mi yoksa müzikal farklılığı mı etkiliyor insanları? Kaybedilen her müzisyen her değer için hayatta kalanların düşünce dünyasında neler oluşuyor da kendilerine bu kadar değeri yükleyebiliyoruz yıllar sonra? Acaba kendi içimizdeki duygu dünyasında onların şarkılarından kendimize pay çıkarır gibi onların yitip gitmesi bizi derinden etkiliyor. Yıllar sonra onların hayat hikâyelerini okuduğumuzda bizlere ilginç gelen, bize dokunan, hatta pencere kenarlarında elimizde bir bardak kahve ile uzaklara dalıp gitmemizin sağlayan bu şarkı yaratıcılarının her bir melodisi belki de bizim yaşantımızda çok önemli öğeleri oluşturuyor, bilinmez. Ancak şöyle bir gerçek var ki; NickDrake gibi kaybedilen değerlerin günümüze başka kişiliklerde yansımasının sebebi de bunda gizli. Belki kimimiz “Day Is Done”a eşlik ederek yalnızlığını paylaştı onunla, belki de “PoorBoy”da kendisi için üzülüp acı çektik. İşte kişisel lirikler bazen evrensel bir biçimde bütün dünyayı sarıveriyor. NickDrake’in şarkıları gibi.

Pink, pink, pink,pink. Pink moon! “

           Nick Drake’in müzikal etkileri geçmiş dönemin Folk blues’undan ve İngiliz modern folk müziğinden geliyor. Onun besteleri Townes Van Zandt’ın şarkıları gibi çok fazla Country etkileşimine girmez, aksine o, biraz gitar yorumlayış tekniğinin de farklı olması dolayısıyla kendi müzikal kimliğini yaratarak Bert Jansch, Donovan, RalphMcTell, Jackson C.Frankv.b. İngiliz/Amerikan folk müzisyenlerinin etkisinde kalarak kendi tarzını yaratmıştır. Hatta Paul Simon prodüktörlüğünde piyasaya sürülen 1965 yılı Jackson C.Frank albümünün giriş şarkısı olan “Blues Run theGame”iNickDrake’te yorumlamayı severdi. Aslına bakılırsa NickDrake’in içinde yaşadığı psikolojik çöküntüler ve depresyon diğer bütün özelliklerini geri planda bırakmıştır. Bugün onun gitar çalış tekniğinden fazla bahsetmiyoruz, şarkılarının kimden etkilendiği, içeriğinde neler olduğuyla fazla ilgilenmiyor onun yaşadığı depresyona ve üzüntülerine odaklanıyoruz. NickDrake’ın ilk çıktığı yıllarda sergilediği o eserler aslında salt folk müziği adına o kadar önemli ki. İlk çıkardığı “FiveLeavesLeft”in kendi kemik dinleyicisini yaratması, daha yoğun çalışmalar içeren ve içerisinde rock örneklerinin de bulunduğu “BryterLayter” gibi döneminin iyi eserleri sonucunda yine de başarıyı kazanamaması Drake için yıkıntı olmuştu. O dönemde çoğu önemli müzisyenin ve prodüktörün ilgisini çekmesine rağmen bu başarısının gölgede kalmasının sebebi biraz içe dönük yapısının oluşu ve diğer folk rakiplerinin belki de aynı anlarda başarılı albümlerini çıkarışıydı ki bunun bir örneği de “BryterLayter” çalışması çıkarken görüldü. Aynı zamanda çıkan Cat Stevens’ın içerisinde “LadyD’arbanville” ve “Katmandu” eserlerinin olduğu 1970 albümü “Mona Bone Jakon” adlı çalışma NickDrake’ın “BryterLyter”ının başarılı olmasını engellemişti.


        Bütün bu başarısızlıklara rağmen “Pink Moon” 1972 yılında ortaya çıkmıştı. FairportConvention ve SandyDenny için prodüktörlük yapmış JonWood’un yapımcılığında albüm iki günde kaydedilmişti ve bu çalışmada sadece NickDrake’in sesi, gitarı ve piyanosu vardı. 1971 yılında anti-depresan ve psikoloji klinikleriyle boğuşan Drake “Pink Moon” için oldukça karamsar ve yine içe dönük besteler yaratmıştı. Albümle aynı adı taşıyan şarkı başladığında sanki NeilYoung çalıyormuşçasına bir hisse kapılıyorsunuz ancak Drake’in sesini duyunca bütün her şey yerli yerine oturuyor. Yaşanılan depresyon, şizofreni, başa çıkamamazlık şarkı sözlerinde gizliydi.  “PlaceTo Be” şarkısında gitmek istediği, kaçmak istediği yeri anlatıyordu. Belki de bir bardak çay ile cam kenarında saatlerce dışarıya bakmasının sebebi bu hayalini kurduğu yer olabilirdi. İçi sorularla dolu olan “WhichWill” ise bir haykırıştır hayata. Umudun arandığı ama bulunması zor olduğu bir dünya anlatılmaktadır. 80 saniyelik ve sadece Nick Drake gitarının tınladığı “Horn” ise sessiz bir gece yarısı çalındığında sessiz bir çığlığın gökyüzüne haykırarak hayata olan isyanını anımsatıyordu. Gitarın 4 akorla tınladığı “Things Behind The Sun”ın ardından gelen “Know” ise kendi içindeki rahatsızlık veren psikolojiyi açıkça ortaya çıkarıyordu.

                    “Seni sevdiğimi biliyorsun,
                     Aldırmadığımı biliyorsun,
                     Seni gördüğümü biliyorsun,
                     Orada olmadığımı biliyorsun.”

   İçerisinde çok dinlenen bestelerin dışında artık pek hatırlanmayan “Harvest Breed”, “From The Morning” gibi eserlerde mevcuttu ancak her şeye rağmen bu albümde göz ardı edildi ve pek satmadı. “Pink Moon” NickDrake’in en direkt eseridir çünkü başka enstrüman olmadan çıplak olarak çalınmış ve kendi içerisinde taşıdığı bütün duyguları üzerinde taşıyan bir özelliği de sunuyordu. O zaman bağlı olduğu Island Records’un yanlış pazarlama politikası yüzünden de pek bekleneni veremeyen bu albüm zaman geçtikçe kült statüsüne erişti ve kendi dinleyicisini yakaladı. Türkiye’nin de Nick Drake ile tanışması biraz da dergiler ve kulaktan kulağa yayılan tavsiyeler sonucunda olmuştur.

   Folk, Indie Folk, New WeirdAmerica, Sadcore, Slowcore ve bazı Alternatif Country gruplarında ve solo sanatçılarında NickDrake gibi depresif ve içe dönük müzisyenlerin olduğunu ve bu isimlerin de çoğunun NickDrake’ten etkilendiği su götürmez bir gerçektir. Bugün kendisi günümüze o kadar çok etki ediyor ki bunu da es geçmek olmaz sanırım. Onun sesindeki hüznü ve gitarındaki o sessiz çığlığı Red House Painters ve Sun Kil Moon’un has adamı Mark Kozelek’te hissedebiliyoruz. Geçtiğimiz senelerde hayatını kaybeden Songs:Ohia ve MagnoliaElectricCo.’nun Jason Molina’sı, Elliott Smith ve Vic Chesnutt gibi değerler bize Nick Drake’i uzaktan da olsa anımsatıyor. Hepsinin derdi kendi içlerinde, hayata karşı, kendi içine karşı ve belki de yazdıkları liriklerde görünmeyen sisteme karşı davranışlarıyla, şarkılarıyla bize hayatlarını anımsatıyor her zaman.

        Nick Drake artık en yüksek mertebede duruyor öylece. Babası Rodney Drake:*“Öldüğü gece aşağı inip bir şeyler atıştırmış. Uyuyamadığında genelde yapardı bunu. Bazen karım sesini duyar, mutfağa gidip laflardı onunla. Ama o akşam hiçbir şey duymadık. Odasına dönüp reçeteli anti-depresan ilacından almış. Bu ilaçların tehlikeli olabileceğini aklımıza bile getirmemiştik. Şimdi düşündüğümde ilkokul öğretmeninin Nick hakkında yazdığı rapor geliyor aklıma. Öğretmen Nick’i okulda hiç kimsenin tam olarak tanımadığını yazmıştı. Sanırım işin özeti bu rapordaki sözlerde gizliydi. Hayatının sonuna kadar Nick’i hiç kimse tam olarak tanıyamadı.”


*Ogan Güner’in derlemesinden alıntıdır.

baha.

9 Ağustos 2015 Pazar

Folk & Rock - 3

Jessica Pratt
On Your Own Love Again
Drag City


Amerikalı şarkı/şarkı yazarı genç Jessica Pratt, köklerini Vashti Bunyan, Sibylle Baier ve Laura Marling gibi folk müzisyenlerinden alıyor. 2012 yılında kendi adını taşıdığı albümle psychedelic folk ve lo-fi dünyasında hatırı sayılır bir yer edindi. Sesinin tınısı, şarkı söyleyiş tarzı gerçekten de az bulunur cinsten ve bu kendisi için oldukça iyi bir saygınlık sağlıyor. Siyahlar içerisinde hazırladığı o depresif ilk çalışmanın neticesinde daha farklı seslenişlerle dinleyici karşısına çıkan Pratt, ilkine göre daha pozitif tatlar sunan “On Your Own Love Again” ile yine akustik dünyanın penceresini aralıyor. Ama tabii tamamen pozitif olduğu anlaşılmamalı, yer yer kullanılan Bossanova ve Flamenko etkileri, bunun yanında bazı ritmik akustik hareketler de yer alan bu olumlu duygular albümün yer yer gidişatına olumlu katkı yapmış. Her şeyden öte sanki 60’ların sonunda ya da 70’lerde çıkmışçasına tam bir ambiyans albümü olan bu çalışmada “Wrong Hand”, “Moon Dude” ve “Jaquelyn in the Background” gibi kalburüstü folk besteleri mevcut. Her ne kadar günümüz popüler yaklaşımlarına balıklama dalan dinleyici kitlesi çok olsa da Psychedelic folk ve deneysel işleri takip eden kitle de yok değil. Bu çalışma onlar için ve gerçekten de çok iyi.

Annie Keating
Make Believing
Self Released


Şu son zamanlarda Americana ile ilgili müzisyenler öylesine çoğaldı ki kimisini daha yeni duyuyoruz kimisini ise yeni dinliyoruz. Bu müzisyenler erkek ise ya Bruce Springsteen ve John Mellencamp’ten kadın vokal ise ya Lucinda Williams ya da Gillian Welch’den etkilenimini alıyor. Annie Keating’de aynen bu söylediğim tanıma uyan bir portre çiziyor. “Make Believing” kendisinin 6. albümü ve daha önceki “Belmont” albümünün kalitesinin uzağında bir çalışma. Şarkı yazarlığı çok ciddi bir iş ve bir albüm yapıyorsanız onun içerisine giren her besteye özen göstermek zorundasınız aksi takdirde bir yerde tökezliyorsunuz. “Make Believing”de bu hataya düşülmüş ve bir yere kadar iyi giden çalışmalar bir süre sonra sıkmaya başlıyor. “Coney Island” ve “Sunny Dirt Road” gibi çalışmalar gerçekten de takdiri hak ediyor ama gerek Annie’nin çok özellikli olmayan vokalleri ve beste kalitesindeki yetersizlik yüzünden birkaç çalışma oldukça vasat. “Belmont” türünün en iyilerinden birisiydi ve sanırım hep öyle hatırlanacak.

Ryan Bingham
Fear And Saturday Night
Axter/Bingham Records


Giyiminden kuşamına, söylediği şarkılardan tutun genel duruşuna kadar bir Meksikalı portresi çizen mükemmel bir Americana müzisyeni. New Mexico eyaletinin o tozlu yollarında yaşaması yazdığı söylediği şarkılara o kadar yansıyor ki diğer Americana müzisyenleri arasından dikkatlice sıyrılmasını biliyor. Genç yaşına rağmen 5 albümlük mükemmel bir dikografisi var ve hepsinde de belli bir kalitenin çok üzerinde kalmasını iyi beceriyor. Özellikle “Mescalito” ve “Roadhouse Sun” o müzik türünde ileride birer kilometre taşı olacak vaziyette albümler. Son çıkardığı “Fear And Saturday Night” ise diğerlerinden pek farkı olmayan buram buram Meksika kırması Amerikan kokan şarkılarla dolu. Daha önce T-Bone Burnett ve Marc Ford gibi müthiş isimlerle çalışan Bingham, bu sefer Wilco ve Crowded House ile birliktelik yaşamış Jim Scott’ı yapımcı koltuğuna oturtmuş. Şarkılar olağanüstü derecesinde güzel ve yer yer otobiyografik tatlar taşıyan sözlerle dolu. Veranda da sallanan sandalyenize oturup bir kadeh viski ile bu albümü taçlandırmak sanırım en doğru hareket olacaktır.



Bettye LaVette - Worthy

Bettye Lavette
Worthy
Cherry Red Records



        
     Yaşamındaki bütün heyecanlarını, tutkularını ve üzüntülerini söylediği şarkılarda bulabileceğiniz, söyleyiş tarzındaki o vazgeçilmez sempatikliği her zaman aklınızda tutabileceğiniz, unutamayacağınız bir tarafı vardır Bettye Lavette’in. Soul, R&B, blues, rock, funk ve hafiften country müziklerinin sentezini bugüne kadar bir arada tutmayı başarıp okuduğu şarkılarla bugüne kadar efsane olabilen yüzlerce değerden sadece bir tanesidir. Özellikle  “I’ve Got My Own Hell to Raise” adlı çalışmasıyla göz dolduran Lavette son albümünde baştan sona cover şarkılarla dolu bir seçki sunuyor kendi dinleyicisine. Bob Dylan, Keith Richards, Mick Jagger, John Lennon ve Paul McCartney gibi isimlerin şarkılarını kendi tarzında mükemmel derecede yorumlamış.



       “Unbelievable”, “Complicated”, “Wait” ve bir Randall Bramblett bestesi “Where A Life Goes”da ustalığını konuşturmuş. Gırtlağı artık efsane derecesinde olan kusursuz bir yorumcu Lavette. Bunun sonucunda da getirdiği yorumlamalar hemen hepsi belli bir kalitenin çok çok üzerinde oluyor. “Worthy” bu senenin hemen başında müzik dünyası için biçilmez kaftan niteliğinde. Eğer soul vokal ağırlıklı üst derece bir yorum dinlemek istiyorsanız bu nefis albüm tam sizin için.