28 Ocak 2013 Pazartesi

Riverside - Shrine of New Generation Slaves


RIVERSIDE
Shrine of New Generation Slaves
Yeni nesil kölelerin mabedi.
2013

        Hayatın her alanında olduğu gibi müzik ve türler konusunda da bir köprü vazifesi görmek ve bunun neticesinde de bütün gözlerin sizin üzerinize çevrilmesi söz konusu olmakta. Geçmiş ile bugünün ve biraz da şanslıysanız geleceğin üzerinde de çevresinde de bir çerçeve çizmişseniz eğer bunun yansıması size mutlaka olumlu bir puan olarak da geri dönüyor. Pink Floyd geçmişin belirgin normlarında geleceğe ışık tutarken Radiohead ise müziğiyle ve olanca yenilikçi tavrıyla bugünü ve aynı zamanda da geleceğin fütüristik yanlarını üzerinde taşıyordu. Burada iki grubun arasında çok önemli bir görevi üstlenen Steven Wilson ve tayfası Porcupine Tree ise bu başarıyı 90’lı yıllardan başlayarak üzerinde taşıdı ve kendisinden sonra kurulan birçok topluluğu da etkilemiştir. Porcupine Tree müziği ilk dönemlerde oldukça sıra dışı ve uç bir yapı sergilerken 2000’lerle birlikte bu daha da modernite kaygılı, daha köklere yakın bir tutum sergilemiştir ve bunun yansıması da kısmen The Pineapple Thief ve Riverside gibi gruplara olmuştur. Bunların arasında Riverside ise kendi müzikal kimliğini yaratması çok uzun sürmedi. Pink Floyd, Porcupine Tree, Anathema ve kısmen Opeth’ten aldığı birikimleri kendi müzikal anlayışlarına adapte ederek progresif müzikte çığır açtı. Yenilikçi tavrın en yeni temsilcilerinden birisi oldular ve Polonya progresif müziği adına da çok başarılı örnekler verdiler. Riverside müziğinin Polonya’nın Collage ile başlattığı “neo-progressive” hareketi ile ilgisi yoktur, sadece onların açtığı yolda kendileri de onları takip etmişler ve onlar daha çok kendi başlarının çaresine bakmışlar ve yollarında yapayalnız yürümeye başlamışlardır. Yine Polonyalı Satellite grubunun müziklerinde sergilediği yenilikçi tavrın çok farklı bir anlayışını sergiliyorlardı ve son çıkardığı albümle gördük ki onlar büyümeyi daha da kafalarına koymuşlar.

      Çıkardıkları “Out of Myself”, “Second Life Syndrome”, “Rapid Eye Movement” insan psikolojisinin iç sınırlarına yolculuk yaptıran içe dönük konsept albümlerinden üçü olarak müzik tarihinde buna benzer belirgin sıfatlarla anılırken, “Anno Domini High Definition” ile sert bir müzikal kimlik çizerek rüştünü ispat etti ve artık grup bu albümle kendi dünyasından çıkmıştı. Daha da progresif rock oldukları “Memories In My Head” EP’si ise artık onların kilit noktasıydı ve kendi sınırlarını kendileri çiziyordu. “Living In The Past” bestesi artık gelecekte ne tarz bir Riverside göreceğimiz hakkında çok az olsa da ipucu vermekteydi.

     Alan Parker’ın eleştiri bombardımanı “The Wall” filminde insanlar maskeli bir şekilde tasvir edilirken Riverside’ın da Travis Smith imzalı “Shrine of New Generation Slaves” albüm kapağında buna benzer bir tasviri işlediğini görüyoruz. “Shrine of New Generation Slaves”, Riverside’ın çok kolay açıklanamayacak, benzerinin bile şimdiye kadar pek yapılmadığı ama diğer grup ve türlerden sentezlemek adına bile olsa mükemmel sayılabilecek işlerden oluşan bir albüm gibi duruyor. Neresinden başlarsanız başlayın mutlaka başladığınız yere geri dönüyorsunuz, uçları kapalı bir labirent gibi dönüp duruyorsunuz o dünya içerisinde ve sizi çıkartmaya izin vermiyor. Çok az “Out Of Myself”i hatırlatan taraflarının yanında şimdiye kadar pek denemedikleri yaklaşımlarda da bulunarak çok cesur hareketler de sergiliyorlar. Bir grup eklektik bir şekilde besteler hazırlayıp üzerine kendi tonlamalarını ekliyorsa ve bunda da başarılı oluyorsa bu biraz nostalji olmanın yanında yeni bir şeyler yaratmanın da basamağıdır ayrıca. Steven Wilson’ın açtığı bu yolda ilerleyip kendi çabalarıyla bir yerlere gelme çabaları yüzünden Riverside dinleyicisinden çok takdir görüyor. Steven Wilson’ın son solo albümü “The Raven that Refused to Sing (And Other Stories)”de nasıl ki “jazz-fusion” ve bazı deneysel işlerden feyz almışsa Riverside’ın da bugün son albümüne yaptığı düşünceler bundan farklı değildir. Köprü görevinden bahsettiğimiz de budur ancak Riverside bundan biraz daha fazla ileri gitmiş ve çıtayı epey yükseltmiştir.

      Satış kaygısı anlayışında olmayıp yine bildiği gibi davranıp pek ilgi çekmeyecek sanılan bir şarkı olan “New Generation Slave” ile açılan albümde daha önce piyasaya verilen “Celebrity Touch” ile alakası bile olmayan bir şarkı ile karşılaşmaktan dolayı şaşkınlığımı ifade etmek istiyorum. Bu şarkılarla anlaşılıyor ki Riverside sadece şaşkınlıklara uğratmakla kalmayıp ifade şekillerine de çeşitlilikler sunuyor. “Celebrity Touch” sıradan bir rock şarkısı gibi –gerçekte öyle değil tabii- duruyor ancak albümün geri kalanı hakkında bunu söylemek pek güç. Öncelikle “Shrine of New Generation Slaves” in giriş şarkısındaki ritim gitarlarında bir Black Sabbath, gerilerdeki hammond org sololarında ise bir Deep Purple duyuyoruz ve bu Opeth’in “Heritage” albümünde denediği “progressive heavy rock” tarzına benzer bir şey ve Alman grup Birth Control v.b grupların kendi dönemlerinde denediği “Heavy Rock” tarzına da oldukça benziyor. Basların çok önde kaydedildiği “The Depth of Self-Delusion”daki inanılmaz karmaşık ve melodik düzenlemeler, efektli vokaller sonrasında ince sesli klavye vuruşları ile karanlığı alınmış düzeyli nüanslar çok etkiliyor. Mariusz Duda’nın o ihtiraslı söyleyen sesi neticesinde devasa bir şarkı kimliğine bürünen bu şarkının sonları ise akustik tınlamalarla sona eriyor. “We Got Used To Us” klasik Riverside dünyasına adım attığımız bu duyguları hissettiren bir şarkı. 3:05 dakikadaki o gitar tınılarını o duyguyu tarif etmek gerçekten imkânsız.

         “Feel Like Falling”, Riverside’ın 80’lerine Synth-Rock’ına sıkı bir selam gönderdiği kusursuz bir şarkı. Davul ritimlerindeki ve gitar tonlamalarındaki Synth-Rock’ın o geleneksel yapısı ardındaki klavyeler ise direkt olarak o geçmiş dönemi çağrıştırıyor. Vokaller bile aynı şekilde. Bu mesela şimdiye kadar Riverside’ın denemediği bir şeydi. “Deprived (Irretrievably Lost Imagination)” ise albümün en karamsar şarkılarından. Başlardaki Radiohead tınlamaları yerini 70’lerin Space Rock’ında var olan fütüristik dünyayı çağrıştıran org tınılarına bırakıyor. 4. dakikadan sonra ise gerek gerilerden gelen deneysel sesler aracılığıyla gerekse de çok öne çıkan ve gitarlarla verilen Western temalı notalar aracılığıyla elektronik müzik dünyasına zekice bir giriş yapıyorlar. 5. dakika itibariyle ise bambaşka yerlere bağlanan bu mükemmel beste inanılmaz oyunlara sahne oluyor sonunda saksafon melodileri... Yaklaşık 13 dakikalık epik “Escalator Shrine” ise yine Riverside’ın daha önce pek denemediği ve kusursuz bir açılışa sahip olan diğer bir beste. Hammond Org melodilerinin esir aldığı bu şarkı sert kimliğiyle de dikkati çekiyor. 7. dakikadan itibaren ise jazz, new age, space rock ve psychedelic rock tınılarının süslediği yepyeni bir dünyaya adım atma. Albümün çift cd’li versiyonunda ise iki bölümlük “Night Session”, elektronik müzikleri ve Tangerine Dream, Ozric Tentacles, Klaus Schulze ve Pete Namlook sevenleri pek memnun edecek düzeyde. Ayrıca gitar tarzından dolayı minimalist öğeler içeren "drone ambient" tarzına da oldukça yakın durmuşlar. Zamanında biraz da olsa Steven Wilson’un da denemeye çalıştığı bu tür çalışmaları Riverside’da deniyor ve kanımca Steven Wilson’dan da başarılı bir noktaya taşıyor. Mariusz Duda'nın Lunatic Soul projesine yakın duran dinleyiciler de yakınlık duyabilir böyle çalışmalara...

     “Shrine of New Generation Slaves” Mariusz Duda’nın eşliğiyle biterken aklınızda birçok melodi kalıyor ancak yine de tekrar tekrar dinlemek istiyorsunuz. Neredeyse aynı dönemin ürünleri olan Opeth’in “Heritage”, Steven Wilson’ın “The Raven that Refused to Sing (And Other Stories)”iyle aynı anlayışla kotarılmış fakat müzikal açıdan diğer iki albümü de belli ölçülerde kalite açısından sollayacak bir sürü unsura sahip. Bundan sonra belki Riverside öncü olur, belli mi olur.

27 Ocak 2013 Pazar

Soen - Cognitive

SOEN
Cognitive
Sözleriyle kavramsal.
2012

     Mikael Akerfeldt, Maynard James Keenan, Steven Wilson, Mariusz Duda, Jonas Renkse gibi isimlerin bugün rock/metal dünyasına nasıl etki ettiğini gözlerimiz görüyor kulaklarımız duyuyor. Bundan takriben 10 sene evvel bambaşka gruplar revaçtayken bugün bu saydığımız isimlerin üyesi olduğu müzik toplulukları on binleri yüz binleri peşinden sürüklüyor. Yıllar önce Opeth kurulduğunda Jonas Renkse’nin Katatonia’sı ile paralel bir sertlikte müzik icra etmekteydi. Sonra iki toplulukta apayrı yönlere gitti ama Katatonia son iki albümünde Opeth’den etkilenmeyi bir görev bildi. Opeth yıllar sonra Akerfeldt’in artık taptığı Steven Wilson ile müzikal birlikteliğe girdikten sonra “Blackwater Park” ile değişimin sinyallerini verdi. Kimileri için Porcupine Tree’nin Steven Wilson’ı Opeth’i yerin dibine sokmuş o eski müzikal kimliğinden uzaklaştırmıştı. Kimileri ise bu düşünceye pek rağbet etmedi “onlardan ne çıksa dinlerim abi” düşüncesiyle her çıkan albümünü başyapıt kabul etti. Mariusz Duda ise bütün bunları uzaktan izleyerek ülkesi Polonya’nın en değerli gruplarından birisinde yani Riverside’da insan psikolojisinin o gizemli taraflarını çözmeye çalıştı ve derinlere indikçe indi. En sonunda ne oldu? O da Steven Wilson’dan etkilendi ve çerçeveyi genişletti. Bu isimlerin en dışında duran ve diğer isimlerin içine pek karışmamaya çalışan Tool adlı grubun her şeyi Maynard James Keenan ise A Perfect Circle adlı müzikal proje ile modern rock müziğin sınırlarını koymaya çalıştı ve bunu başardı da. Zaten bunu başarmasaydı biz Tool hakkında her çıkan yazıya ilgiyle bakmaz çıkacak olan yeni albüm haberlerini ağzımız açık okumazdık.

     Bu isimler aslında tahmin ettiğimizden de çok hayatımıza girmiş durumda. Şu son zamanlarda çıkan Soen adlı grupta bunun son halkası. Yukarıda yazmış olduğumuz isimler şimdiki Soen adlı grupta bir sentez olarak belirmiş duruyor hem de her şeyiyle. Martin Lopez benim müzikal birikimine taptığım ve Opeth’in kesinlikle kaybetmeyeceği türden bir müzisyen bir davulcuydu. Güney Amerika kökenli olması onun müzikal birikimlerinin ne kadar da geniş bir çerçevede yer aldığını kanıtlarken, “Ghost Reveries“deki o perküsyon ile yaptıkları, caz ve dünya müziğine ilgi duyuşu bile onun ne derece iyi bir müzisyen olduğunu gözler önüne seriyor. Steve DiGiorgio keza kalburüstü heavy metal gruplarında sergilediği o performanslarla hakiki bir müzisyenlik gösterisi sergiliyor ve isminin geçmesi bile bu projeyle ilgilenmemizi söylüyor adeta. Soen bu iki önemli müzisyeni bünyesinde taşırken vokalist olarak tıpkı Mikael Akerfeldt’in vokallerinin neredeyse aynısını yapıyor diyebileceğimiz Joel Ekelöf’ü görüyoruz, ancak bana göre böyle bir benzerliğin eksi noktaları da mevcut. Gitarlarda yer alan Letonyalı gitarist Kim Platbarzdis kısmen alternatif soslu modern tonlamalarla giderken ve üzerinde de yoğun Tool ve A Perfect Circle gibi topluluklardan aldığı o hissiyatı da eklediğimizde pek özgün bir kimlikle karşılaşmıyoruz. Vokalist Joel Ekelöf, Akerfeldt olmadığı zamanlarda biraz iyi söylemekte ancak zaman zaman ya Mariusz Duda oluyor ya da Jonas Renkse. Bu da diğer bir handikap bu grup için.

    Soen’in neden bu tarz bir projeyle ortaya çıktığını anlamak güç olsa da -çok fazla etki altında kalan orijinalite sorunu olan bir müzik sergilediği için-  bütün benzerliklerine rağmen iş bestelerde bitiyor. Çünkü albümün atıyorum eğer %70’i başka gruplara benziyorsa diğer geri kalan kısmında özgünlük aramak bir dinleyici için çok zor bir olay. Liriklerinde insan ve insan doğasının yarattığı kavramsal-karanlık düşünceleri işleyen Cognitive içerisinde bir parça Opeth, bir parça Riverside ve bir parça Katatonia’nın “Soil’s Song” zamanlarını hatırlatan bir yapıda olduğu ama yoğunlukla Tool’un o modern üslupsal yapısını içerisinde barındırdığı teknikal bir müzik sergiliyor. Eğer besteler bir parça iyi olmasaydı bu proje güme gidebilirdi fakat bugün bu grubun etkilendiği isimleri insanlar zaten dinliyorlar hatta o kadar çok dinliyorlar ki o grupların birisinden parçalanıp da kopmuş Martin Lopez isminin bu grupta yer alması bile başlı başına ilgilenilmesi gereken bir olaydır. Steve DiGiorgio’yu Soen’de daha önceki yer aldığı gruplardan çok farklı bir tondan dinliyoruz. Bunun sebebi ise müziğin oldukça alternatif ve modern yapı içermesi yüzünden kendi tonunu bile değiştirdiğini görüyoruz. Kimimiz için bu olmamış olsa da ben beste kaliteliliği üzerinde durduğumdan çok sorun yok diyebiliyorum. Bazı şarkılarda mesela “Fraccions’ta Tool, “Ideate’te Riverside etkileri oldukça yoğun, “Delenda’da ise Katatonia’yı oldukça fazla duyarken küçük bir parça sıkıntı duyabiliyoruz ancak Lopez’in ön planda olduğu “Last Light”, “Oscillation” ve şarkının sonlarındaki perküsyon vuruşlarını duyabildiğimiz deneysel tatlı “Slithering” adlı şarkıyı dinlerken de bir parça takdir edebiliyoruz. Hele hele en sondaki nakaratıyla devleşen “Savia’ya ne demeli? İnanılmaz etkileri üzerinde taşıyan bir şarkı olmuş.

   Bu tarz müziğin içerisine çok fazla farklı enstrümanları yerleştiremiyorsunuz ancak Lopez gibi çok çeşitli müzikler dinleyen bir müzisyenden de böyle perküsyon soslu değişkenlikler daha çok istiyoruz. Eğer bu albüm çok fazla Tool, Opeth, Katatonia hatta hatta daha da ileri gideyim Smashing Pumpkins -çünkü bazı anlarda “Mellon Collie and the Infinite Sadness” albümlerindeki tatları da buldum- olmasa çok daha nitelikli olabilirdi. Bazı dinleyicileri için ise bu durum çok önemli olmayabiliyor onlar çok daha zevkle dinleyebiliyorlar.

   Bugün herkes bu grubun Tool’a benzediğini konuşup duruyor, ancak her şeye rağmen Martin Lopez gibi bir ismi yeniden dinlemek de büyük bir zevk bana göre.

Royal Hunt - Show Me How To Live

ROYAL HUNT
Show Me How To Live
D.C. Cooper ve ruh!
2011


         1997 yılında Amerika menşeli plak şirketi Magna Carta Records’un o bol renkli kataloglarını incelerken içerisinde bir sürü progresif rock/metal topluluğu içinde Royal Hunt en çok dikkatimi çeken grup olmuştu ve o zamanlar katalog da yer alan “Paradox” isimli albümü nasıl elde edebilirim diye düşünmeye başlamıştım ve imdadıma yetişen de heavy metal albümleri satan bir dükkan olmuştu. O kataloğun içeriğinde “Paradox” albümü için hard rock ile heavy metalin senfonik birlikteliğinden dem vuran ve epik şarkılarla desteklenen bir albüm olduğundan bahsediyordu. Bu bilgi benim için fazlasıyla ilginçti. Zaman geçmişti ve ben artık grubun diskografisine hakim olmuş, bütün kayıtlarının altını üstüne getirmiştim. Royal Hunt’dan bahsederken iki önemli düşünceden haberdar olmamız gerekiyor. Birincisi bu topluluğun Royal Hunt kimliğini kazanmasının nedeni, biraz da o zamanki vokalisti D.C. Cooper’dır. “Moving Target” ve “Paradox” gibi başyapıtlarda gösterdiği performans zaten bunun kanıtıdır. İkincisi ise maalesef, Royal Hunt’ın, herkesin diline pelesenk olarak yerleşmiş olan “değeri verilmemiş” bir topluluk olmasıydı. Heavy metal dünyasına bakın, Royal Hunt gibi bir topluluğa pek zor rastlarsınız.

       Bugün çoğu progresif metal grubu ya Dream Theater’dan ya Pain Of Salvation’dan ya da Symphony X’den falan etkilenip duruyor, oysa Royal Hunt bu müzikal yapısıyla orijinaliteliğini her albümde koruyor. İlk zamanlarında çoğu grup gibi Dream Theater etkilenimlerini duymaktayız ancak Andre Andersen zaten kendisine özgü o klavye tonları ve melodileriyle sonraki albümlerde Royal Hunt orijinalitesinin de baş mimarı olmuştur. Grubun Danimarkalı ilk vokalisti Henrik Brockmann dışında hep en iyi Amerikalı vokalistlerle çalışması da başarısının diğer bir kanıtıdır. D.C. Cooper dışında sempatik vokalist John West ve Mark Boals ise Royal Hunt’ı sırtlamış en iyi isimlerdendi. D.C. Cooper ise en iyi çalışmalarını Royal Hunt adı altında vermiştir. Gruptan ayrıldıktan sonra Silent Force isimli power metal ağırlıklı bir toplulukta söylerken, orada kendisi için yazılan vokal melodilerinin ne kadar vasat olduğunu uzun zaman önce görmüştük.
JOHN WEST
      D.C. Cooper’ı en iyi anlayan ve onun vokallerine en iyi uyacak vokal yazımlarını, bugüne kadar hep Andre Andersen gerçekleştirmiştir. Gerçekten de bu doğru. Bir Moving Target’ı alın, yanına da “Silent Force”dan The Empire of the Future veya Worlds Apart’ı koyun farkı çok detaylı olarak algılayacaksınız. Hatta son zamanlarda çıkan Amaran’s Plight’ın “Voice In The Light” albümünde bile, D.C. Cooper’dan iyi yararlanamamışlardır. Her ne kadar fena bir albüm olmasa da vokallerin çok tiz kaydedilmesi ve detaylı uğraşılmaması sonucunda Cooper’ın hanesine iyi bir kayıt olarak yazılmamıştır bu. D.C. Cooper’ın gerçek yeri Royal Hunt’dı, bunu Andre Andersen de görmüş olacak ki Mark Boals’lu albüm “X”den sonra hemen kolları sıvadı. Usta gitarist Marcus Jidell yerine de Danimarkalı yetenekli gitarist Jonas Larsen’i getirerek bir anlamda o eski Royal Hunt hissiyatını geri getirerek D.C. Cooper’lı “Show Me How To Live”i yarattılar.

D.C. COOPER
        Bundan aylar önce grubun D.C. Cooper’la birlikte o eski hissiyata geri dönüş sinyalleri verilmesiyle bekleyiş başlamıştı aslında. “Paradox” albümünün devamı olan “Collision Course … Paradox 2” Mark Boals ile kaydedilmişti ve hemen ardından hard rock ağırlıklı “X” albümü piyasaya sürüldü ve grup yeni yeni tonlar denedi müzikleri için. Ama hiçbiri “Paradox” gibi değildi. Sadece John West ile kaydedilen “Fear” albümü grubun diskografisi içerisinde en saygı duyulanlarından birisi oldu. Peki öyle sözü edildiği gibi son albüm acaba eski hissiyata yaklaşmış mıydı? Kabaca yazarsak evet diyebiliriz, çünkü ilk şarkıdan son şarkıya kadar her şey o kadar detaylı hesaplanmış ki, inanılmaz. “Show Me How To Live” grubun öncelikle “Moving Target”, “Paradox”, “Clown In The Mirror” ve biraz da “Fear” albümlerinin yansıması gibi durmakta. Eski tonlamaların hepsi mevcut ve besteler de çok sıkı. Sadece korolarda modern bir şeyler mevcut.

     Gruba geri vokallerde “Collision Course … Paradox 2” albümüyle giren Amerikalı pop vokalisti Michelle Raitzin -ayrıca grubun menajerinin kızıdır kendisi- dışında, her zamanki gibi Maria McTurk eşlik etmekte ve bazı bestelerde o geri vokaller ve korolar öylesine muhteşem oluşturulmuş ki kendinizi bir anda müziğe kaptırıveriyorsunuz. “Show Me How To Live”e detaylı olarak bakacak olursak, heavy metal ve progresif metalden ziyade, hard rock nüanslarıyla dolu bir albüm olduğunu yazabiliriz. Senfonik ve barok müzik öğeleri sadece süslemek için yer almış bestelerde ve zaman zaman katmanlı progresif yapılar eşlik etmiş şarkılara. Bu yüzden de yeni yeni tonlamalar bir kenara bırakılıp o eski hard rock tabanlı yapılarına geri dönmüşler.

    Sert ve progresif metal olan yerleri elbette mevcut fakat bu o kadar da yoğun değil. Ne “X” albümündeki gibi yoğun eserler mevcut, ne de “Fear” albümündeki o yavaş kurgulanan bestelere benziyor albüm. “Fear” albümünün o çiğliğini biraz taşıyor o kadar. Andre Andersen’in klavyeleri bazen gitarları domine ediyor, fakat bu pek rahatsız etmiyor. Tonlamalarını ise “Moving Target” albümündeki gibi yapıyor ve sanki eski şarkılarından Last Goodbye’ı yeniden yorumluyorlar. Albümün ilk single çalışması One More Day’de bu çok belli oluyor. Yeni gelen gitaristin attığı hard rock sololar ise çok nefis. D.C. Cooper ise aynen “Moving Target”taki gibi kararlı söylüyor ve ustalıkla tizlere çıkıyor.

      İkinci şarkı Another Man Down ve bir sonraki D.C. Cooper'ın tizlere ustalıkla çıktığı An Empty Shell muhteşem ötesi çalışmalar. Another Man Down’daki D.C. Cooper ile Michelle Raitzin’in düeti en az geçmiş albümdeki Mark Boals ile düetleri kadar nefis olmuş. Royal Hunt her albümünde mutlaka bir şarkıyı inanılmaz güzel yapar. Bu albümde de bu görevi Half Past Loneliness üstleniyor. O kadar güzel bir çalışma ki şimdiden dinleyiciler arasında efsane olma yolunda ilerliyor. O korolar, nakaratlar, gitarlar ve D.C. Cooper’ın o harika sesiyle içime işlediği o vokaller, beni çok etkiledi.

    Evet, Royal Hunt sıkı bir şekilde geri dönmüş ve bu senenin en iyileri hanesine onları da yazmamız gerekiyor. Eğer deneysel, çok modern, yenilikçi besteler arıyorsanız uzak durun ama çok iyi hard rock sololar ve retro bir müzik arıyorsanız Royal Hunt tam adresiniz olmalı. Genellikle melodik rock albümleri çıkaran bir firma olan Frontiers Records bu albümü piyasaya süren şirket. Bu kayıtla kendi hanelerine de bir artı puan yazmalıyız.

    Seneler sonra D.C. Cooper’ın doğru yazılmış vokal melodilerini duymak inanın muhteşem bir olay. Bunun da yaratıcısı Andre Andersen. Yıllar sonra, yıllar…

26 Ocak 2013 Cumartesi

Katatonia - Dead End Kings


KATATONIA
Dead End Kings
Dönülmeyen gitmeler...
2012

       2003 yılından beri ilk defa bu kadar heyecanlı dinliyorum bir Katatonia albümünü. Fazla söze gerek yok aslında Katatonia’nın insanın hangi dertlerine derman olduğunu, ruhunu huzursuzluğa sokuşunu, Jonas Renkse’nin tek bir kelimeyle bir insanın hayatını tepetaklak edeceğini bu grubun dinleyicileri çok iyi biliyorum. Bu uğurda hangi canlar kendi evinde odasına kapanarak ağlak gözlerle dinlemiştir bu tehlike dolu notaları. Bu grubu biraz da Paradise Lost’a benzetiyorum, hem onlar kadar mutsuz hem de onlar kadar inançlı ve tutku dolu. Bir insanın taşıdığı hüznün dünyayı çepeçevre sararak yine o insana dönüşünü çok iyi anlatabilen bir grup Katatonia, “Tonight’s Decision” albümünün maviye bulanışının ve o tren raylarının takibinde yol nereye gidiyor bilinmiyor fakat ışığı bulmak için yollara koyulan, bir umut ışığı arayan insanı/insanları anlatan yegâne bir topluluktur. Kendine dönmektir Katatonia, bir iç yolculuğu yapmaktır. Çıkış yolu belki bulanıktır onlar için ama hayatın yine kendisi gösterir ayakta durmayı, yaşamayı onlar için, bizim için, insanlık için. Notalarıdır belki bizi ayakta tutan, onların diyarına götüren, soğuğu hissettiren ve rüzgârda sallanan yaprakların sesini duyuran da onlardır. Bir gitar tınısı, anlık bir klavye melodisi, Renske’nin o dâhiyane nüansları Katatonia’nın ta kendisidir, bunlardır onları farklı kılan yıllardır kendi içimizde büyüttüğümüz. Dönülmeyen gitmelerdir onların her acısı.

        Bu grup dinleyicileri için “Dance of December Souls”, “Brave Murder Day” gibi klasiklerin ne derece önemli olduğunu anlıyorum. Katatonia’nın daha sonraki müzikal değişiminin de ne derece doğru ve ne derece mantıklı olduğunu da yıllar geçtikçe ürettiği müzikaliteden anlayabilmekteyiz. Lacrimas Profundere, Theatre of Tragedy gibi topluluklar bu değişimden dolayı tepetaklak düşerken Katatonia’nın çok doğru bir hamle gösterip hem de doğru etkilenimlerle bir kalbin yepyeni müziğini yapması takdir edilesi bir olay. “Discouraged Ones’dan bahsediyorum. Tek başına karanlık müzikten intihar müziğine varana dek değişimi tek albümle “Discouraged Ones” ile başaran bir grup Katatonia. O albüm tek başına yaratımların en değerlilerinden birisi. Pek beğenilmeyen daha doğrusu Katatonia dinleyicilerince yok sayılmaya mahkûm edilen “Tonight’s Decision” bile kendi içerisinde başyapıttır bana göre.

     Bu albümle kendi üçüncü müzikal evresine giren Katatonia müziği bir sonraki “Last Fair Deal Gone Down” albümü ile dördüncü evreyi yaratıyor ve yine iç titreten bir başyapıta imza atıyordu. The Cure etkisiyle o kirlenmiş, paslanmış tonlarıyla içe kapanık bu albüm kendi yaratımlarının zirvesi niteliğine bürünüyor, “Last Fair Deal Gone Down” ve özellikle “Viva Emptiness” Katatonia diskografisinin en uçuk, en deneysel halini resmediyordu. 2006’daki “The Great Cold Distance’ın Opeth’in sertliğini bir nebze aldığı doğrudur hatta “Soil’s Song’un bazı bölümleri bunu ele verir. “Night is the New Day’in de bu albümle arkadaş olduğunu söyleyebiliriz ancak “Dead End Kings’in her ne kadar aynı tonlarda gezinse de Katatonia’nın bu son iki albümü de aşan yapıda olduğu gün gibi açık.

    “Dead End Kings’in son Katatonia albümüyle akrabalık bağları olduğu, şarkılarıyla yine hayattan soğutturan ama gariptir dinleyince hayata karşı sıkı bir mücadeleye girme hissi veren bir albüm olduğu izlenimi edindim. Grup ile ilk albümü olan ve çok yetenekli izlenimi edindiğim Per Eriksson ve grubun kasvetli gitarlarından sorumlu Anders Nystörm oldukça bu grubun depresif, melankoli düzeyi yüksek besteler yapma kabiliyeti hiç kaybolmayacak. Jonas Renkse “Last Fair Deal Gone Down’dan beri ilk defa bu kadar şarkılarda sıkılmış, hayattan bıkmış umutsuz karakteri oynuyor. Gerçi o albümde “I Transpire”, “Teargas” ve “Tonight’s Music” gibi dehşet besteler vardı ama şunu da belirteyim o şarkıların hissiyatı bu albümdeki bazı şarkılara da bulaşmış. Ritim gitarların yer yer “Buildings” gibi bestelerde sertliğe yol almaları, hüznün ise albüm ismine konu olan “Hypnone”, Renkse’nin vokalleriyle kendinizden geçip ağlamanıza sebep olabilecek “The Racing Heart”, “Lethean” ve giriş müziğiyle mahveden “Undo You” gibi çalışmalarda kendini gösterdiği apaçık. “Hypnone”u alın ve hayatınızın en depresif zamanına koyun kesinlikle sırıtmayacaktır ve o görüntülerin müziği olacaktır kesinlikle.

     Müziğin gerisinde giden tekrar eden o tuşluların yarattığı hüzün bunalımını kim tarif edebilir? “Leech”in hemen başlangıcındaki klavyeler ve Renske’nin vokalleri albümün gidişatıyla tezat görünmekle beraber ilk gitarın duyuluşuyla kendini ele veren bir beste yapısına sahip. Katatonia’ya klavye kullanımı özellikle bu tarz şarkılarda çok yakışıyor ve yaratılan hüzün bombardımanının etkisini iki katına çıkarıyor. The Gathering’den Silje Wergeland’ın konuk olduğu “The One You Are Looking For Is Not Here” oldukça etkileyici ancak Wergeland’ın sesini biraz daha öne çıkarsalarmış belki etki daha fazla olurmuş.

“Dead Letters’daki Tool etkileri ve yine “Last Fair Deal Gone Down’ın açılışındaki “Dispossession”ın etkisini yaratan “The Parting” bu albümün enfes çalışmalar. Katatonia’nın son iki albümüne benzer bir çalışma üretmesi bana göre kendini tekrar düşüncesiyle açıklanamaz. Çünkü tonlar benzese de beste kaliteliliği açısından çok yol katedildiği kesin. Özellikle “Hypnone”, “Ambitions” ve “The Racing Heart” bunun en büyük kanıtları. İki gitaristin bestelerde kullandığı psychedelic tonlar da cabası. Genellikle son dönem Alman deneysel rock gruplarında gördüğüm gitar kullanımlarının bir değişiğini Katatonia denemiş. Ayrıca bu albüm için klavyenin ne kadar da eksik olduğunu söylemem gerek. En azından çok önemli bölümlere serpiştirselermiş çok daha etkili olabilirmiş şarkılar.

      Bu grup ilk çıktığından beri bizim akıllarımızda İsveç karanlık ve soğuk diyarların ülkesi olmaya başlamıştı ve öyle olmaya devam ediyor. Tek bir melodiyle insanın bütün gücünü elinden almak kolay bir şey değil ve kesinlikle bu topluluk bu müziğiyle çok hayatları mahvediyor ve bir insana dinlerken kendi kafasında roman yazdıracak derecede güçlü bir topluluk. İnsana ait, ruha dair ve hüzünden öte…

Otkroveniya Dozhdya - Otkroveniya Dozhdya


Откровения Дождя
OTKROVENIYA DOZHDYA
Otkroveniya Dozhdya
Podolsk'un melankolik çocukları.
2009

      Hayatın en derin gizemlerinde tek başına dolaşabilmek huzur verebiliyor bazen insana. Belki bir kaçış yolu da olabiliyor bu tek başına dolaşmak tek başına koşmak ve de bağırabilmek. Doom Metal dinlendiği sırada insanın içine biraz rehavet getirebiliyor. Herkeste bu oluyor mu bilmiyorum ama bana rahatsızlıktan rehavetten çok bir güç getirdiği kesin. Çoğumuz pek sevmese de Doom Metal duyguları açığa çıkarabilen sizi kısmen güçlü kılan ama melankoliye de sürükleyen derin bir ihtiyaç kimileri için.

       Black Sabbath’ın o ağır ve yoğun ritim gitar bombardımanı olmasa bu müziğin geleceği noktayı çok ediyorum. Kimi doom grupları yön değiştirdi stoner rock taraflarına yönelmişti ama yeraltındaki çoğu topluluk ise aynı müziği yıllar boyunca sergiliyor. Yıllar önce Theatre of Tragedy’nin “Velvet Darkness They Fear”ı, Funeral’ın “Tragedies” ve Celestial Season’ın “Solar Lovers” albümlerini dinlerken bu müziğin bendeki iç yansımalarını düşünüyorken aynı şekilde bugün bu dinlediğim Rus grubunu da öyle hissediyorum içimde.
Aradan yıllar geçmiş ama aynı şekilde düşünen aynı şekilde yaşayan ve aynı şekilde müziği icra eden bir müzisyenin ruhundan ise eksilme olmamış. Otkroveniya Dozhdya benim son bir sene içinde tanıştığım bir topluluk. Elemanları Batı Rusya’da küçücük Podolsk kentinde yaşıyor. Az bir nüfusları var ve dolayısıyla böyle bir müziği ortaya çıkarmak için yeterince imkânları var. Her zaman ki gibi de karlar yağıyor şehirlerinin üstüne Rusya’da.

       İlk albüm 2007’de çıkınca gruplarında iki müzisyen vardı ve program davul ile olayı geçiştirmişlerdi. Ilya Remizov ve Olesya Muromskaya tarafından kurulan topluluk klasik doom metal ve melodik doom arasında gidip gelen bir müzik icra ediyorlar. Rusça besteledikleri şarkılar kulaktan o kadar rahat geçiyor ki ilk duyduğumda “böyle bir şey nasıl olabilir?” diye iç geçirmiştim içimden. Rusça ile çok az haşır neşir olduğum için yıllardır İngilizce dinlediğim bir müzik türünü şimdi Rusça dinleyecektim merak içindeydim ama sonuç gayet mükemmeldi.

      İlk albümün tarif edilemez yönleri mevcut. Bunu kelimelere dökemiyorum ancak negatif gördüğüm ve keşke olmasaydı dediğim yönleri de vardı. İkinci albüm ise kendi adları altında yayımlandığında grubun çevresince çok iyi karşılanmış hatta doom/death metal tarihinde kalburüstü dediğimiz çalışmalardan birisi olduğunu da söyleyen kitle de oldukça fazla. Grubu kuran ikili yanlarına bir vokalist, bir basist ve bir solo gitarist alarak yollarına devam etmişler ve albüm böyle çıkmış.

        Zaman zaman Funeral Doom’un yarattığı o ağır kasvetli ortam bu albümde de mevcut ancak bu çalışma bir Funeral Doom çalışması değil. Klavyeyle desteklenen, romantik-şiirsel-melodik, bazen hızlanan gerilerden black metal etkilerinin ve vokallerinin bile duyulduğu çok çeşitli farklılıklar içeren inanılmaz bir çalışma. Müziğin kesildiği anda bir anda piyano ile baş başa kalmanız ve vokalistin acı acı derinlerden inleyişi gibi etkilerle süren bir nadide eser. İkinci albüm ilk albüme nazaran çok daha iyi tertemiz kaydedilmiş ve besteler açısından ise arada dağlar kadar fark olduğunu yazabilirim.

       Albümdeki besteler normal bir şarkının süresinden çok daha uzun süreleri ile dikkat çekiyor. Ölüm, umutsuzluk hakkındaki sözlerle ruhani bir atmosfer yaratımı bu albümün özellikleri arasında bulunuyor. Brütal vokallerin hemen altında çığlık tarzındaki vokallerin birkaç bestede kısmen duyulacağı, üç bölümden oluşan 15 dakikalık epik “Sny” serüveni ise Otkroveniya Dozhdya’nın size sunacağı küçük sürprizlerden birisi.
Vokalist Forseed’in yanı sıra gitarlarda bulunan Olesya Muromskaya ve Vladimir Andreev’in yarattığı inanılmaz kompozisyonlar, bas gitarist Letarg’ın ise birkaç notada ortaya çıkardığı ve içinize işleyen o melodiler sayesinde standartlar üstünde bir çalışma dinliyoruz. Sonraki 10 dakikalık “Serym Gnevom Oseni Oblichen” adlı bestenin hemen başlarındaki oryantal melodiler, “Monumental’noy Tishiny Apofeoz”da solo gitarist Vladimir Andreev’in öncülüğünde ortaya çıkarılan hüzün bombardımanı ise vazgeçilmez cinsten.

      Otkroveniya Dozhdya’nın doom metal tarihindeki yerini elbette geçen zaman belirleyecek. Ancak bu müziği sevenlerce ilgi göreceğini tahmin ettiğim bu topluluk pek ortalıklarda gezinmiyor. Drudkh kadar gizemli bir topluluk değiller ancak doom metali hakkıyla yaptıkları bir gerçek.

Paradise Lost - Tragic Idol

PARADISE LOST
Tragic Idol
2012
Yaklaşan cehennem korkusu.

      Hâlâ mutsuzlar. Dünyanın gidişatı üzerine Nick Holmes bir makale yazsa eminim yazının tamamında gerçeklik payı oldukça yüksek olur. Umutsuzluğun kol gezdiği bir dünya tasvir etmek onun görevi ve bunu her yazdığı sözde üstüne basa basa söylüyor. Bundan birkaç sene önce “Host” albümü zamanlarına dayanan bir röportajında kendisinin çok depresif olduğunu ve dinle problemleri inançlarla problemleri olduğunu söylemişti. Zaten Paradise Lost şarkılarına dikkatle göz gezdirip dinlediğimizde bu sonuca da varabiliriz. Dönem dönem psikolojik sorunlarını açığa vurmaktan çekinmeyen bu büyüleyici vokalist zaman zaman şarkılarda sesini o kadar yükseltiyor ve öylesine kızgın söylüyor ki şarkıları, sanki bir anlamda onları söylerken boşalma duygusuyla karşı karşıya kalıyor.

     Grubun müzikal serüveni “One Second” ve “Host” ile değişik yollar izlerken sonraki dönemeçlerde topluluk endüstriyel etkilerine maruz kaldı ve sıradan üç albüm üretti. “Symbol of Life”, “Paradise Lost” ve “In Requiem” gibi çalışmalarla Paradise Lost bu üçgeni yarattı ve belki de synth pop dönemlerini bile arattı. Çünkü beste bazında hiçte akılda kalmayan, vasat sayılabilecek şarkılar üretmeye başlayan topluluk ne zaman ki “Faith Divides Us – Death Unites Us”ı yarattı, işte o zaman grup eski günlerine geri dönmüş ve klasik Paradise Lost ruhunu yaşatmaya devam etmişti. “Faith Divides Us – Death Unites Us” genel itibariyle başarılıydı ancak “Icon” ve “Draconian Times”ı yapmış bir topluluk çok daha iyisini yapabilirdi ve “Tragic Idol” böylece doğdu. “Tragic Idol” her yerinden karamsarlık akan, grubun doom metal günlerine geri döndüğü ve özellikle “Icon” ve “Draconian Times” zamanlarını hatırlatan, Mackintosh’un yine melodilerde acımasızca davranışlar sergilediği yürek yakan bir Paradise Lost albümü.

       Paradise Lost heavy metal dünyasında her ne kadar saygıyla anılsa da öyle çok fazla seveni yoktur. Seveni de onları çok sever her albümünü takip edip defalarca dinler ve zaman geçince dinlemeyi de bırakmaz. İşte böyle kendi dünyasında bir topluluktur Paradise Lost. “Tragic Idol”ı ilk dinlediğimde bu müziğin bu dünyaya ait olduğunu hissettim ve aklıma insanlığın bütün korkuları, felaketleri, kaybolmuş yaşamlarının olduğu bir dizi görüntü geldi. İmgesel düşününce ve bir de gerçekten karamsar ve samimi bir şeyler dinliyorsanız bunu düşünüyorsunuz. Paradise Lost size bunları düşündürüyor ve belki de insanlığın üzerinde en çok düşündüğü “ölüm” konusunda da sizi iyi bir titretiyor. Nick Holmes’un lirikleri bu konuda ipucu verse de albümün genel hissiyatı da bu yönde ve kesinlikle dinlendiği anda büyük bir dehlizin içine girip öylece kalakalıyorsunuz. Holmes’un haykırışları, o sesinin sertliği ve o bırakılmışlık duygusunu inanılmaz veriyor. Dinleyince sesindeki samimiyeti hemen hissediyorsunuz. “Tragic Idol”da ben bunu gördüm. Herhangi bir şarkısını alın “Draconian Times”a ya da “Icon”a koyun hiç sırıtmayacaktır. Ritim gitarlar bırakın modern olmayı direkt olarak retro kaygısını taşıyor. Mackintosh’un attığı o duygusal ve iç karartıcı sololar ise grubun eski zamanlarından gelme gibi. Type O’Negative’in o dolu dolu kasvetli tonlarla yarattığı etkilere de benziyor.

      Grup bu albümdeki şarkıları çok kısa sürede bitirmesine rağmen ortaya çıkan sonuç oldukça başarılı. “Fear of Impending Hell” gibi bir şarkının bu albümde oluşu bile inanılmaz. Holmes’un şarkıda “That fear of impending hell” deyişine dikkat edin korkuyu nasıl da betimlendiriyor sesiyle. Bu şarkıyı ilk dinlediğimde aklımda fazlasıyla kaldı ve albümün en iyisi seçtim. Hırçın ve çok sert bir şekilde yorumlanan “In This Dwell”, albümle aynı adı taşıyan şarkının melodik yaklaşımını çok sevdim ve Black Sabbath etkilerinin iyice ayyuka çıktığı “Worth Fighting For”, bir karamsarlık abidesi “Crucify” ve belki de en çok sevilen şarkı konumda duran inanılmaz beste “Honesty In Death” “Tragic Idol”ın en iyileri. “Honesty In Death” ilk başladığı andan itibaren büyüklüğünü konuşturuyor ve Mackintosh’un o büyülü ellerinde şekillenen melankoli dünyasına merhaba diyorsunuz.

     İngilizlerin doom metal’deki melodi yaklaşımlarını hep sevmişimdir. Bu ülkenin çoğu zaman yağmurla geçen günlerinin insanlar üzerindeki etkisi bir başka oluyor. Melankolinin anatomisi. Bir İngiliz asaleti.

25 Ocak 2013 Cuma

Amorphis - The Beginning of Times

AMORPHIS
The Beginning of Times
2011

       1994 civarı ve bir Fin arkadaşın kasete kaydettiği iki grup. A tarafında adını sanını hatırlayamadığım ama "B" tarafını ise ezbere bildiğim bir kasetti o. “Tales From The Thousand Lakes” ile geçirdiğim yazları ve kışları anımsıyorum. Ardından “Elegy”nin kara kış vakti beynimi delen o mağrur melodileri nasıl da hatırımda.

     Yağmurlu bir günün ardında buğulu camlar arkasından nasıl da dikizlerdik caddeleri, nasıl dizlerimizi büküp gözlerimiz kan çanağı oluncaya kadar bizi terk-i diyar eden sevgilinin ardından ağıtlar yakardık her akşam, her gün. Karlarla dolu sokaklarda yapayalnız yürürdüm kendimle baş başa. Kalbime dokunan sımsıcak melodilerdi beni sımsıkı tutan. Hayatın gerçeklerini bir bir yüzümüze vuran, her acı notada belki de benliğimize giren, yıllarca beni bizi bırakmayan o beyaz zambaklar ülkesinin üzgün ozanlarıydı dokunan, derimizin ve kalbimizin her noktasına nüktesini vuran, bırakmayan, bırakılmayan.

    “Tales From The Thousand Lakes” bir şiir ise “Elegy” tabii ki bir ağıttı. Sonrasında gelen “Tuonela“, “Am Universum” ve “Far From The Sun” ise ayrı ayrı güzellikler barındıran yegâne albümleriydi topluluğun. Eski vokalist Pasi Koskinen ile bir devri bitirmiş ve yerine gelen yetenekli Tomi Joutsen ile yepyeni başlangıçlara gebe kalmıştı Amorphis. Daha önceleri her albümünde – “Tuonela”, “Am Universum”, “Far From The Sun” hariç- kendilerinin dünyaca ünlü destanı Kalevala’dan esinlenmişler ve şarkı sözlerini bu destandan alıntılamışlardı. Tomi Joutsen’in katılımıyla grubun müziği bir parça değişime uğramış ve yine Kalevala’dan etkilenimlerle oluşturmuşlardır albümlerini. Joutsen’li ilk albüm “Eclipse“de Kalevala’nın en talihsiz karakterlerinden birisi olan Kullervo’nun hikâyesini anlatırlar. Ardından gelen “Silent Waters” ise yine destanın ana karakterlerinden äinen’in yaşamındaki önemli noktalara değinir ve “The Beginning of Times”da da karşımıza çıkan Väinämöinen ile yaşadığı çetrefilli olaylar anlatılır. “Skyforger” ismindeki diğer başyapıt albümünde ise destanın demirci karakteri Ilmarinen’den, onun yaptığı değirmen Sampo’dan ve karısının vahşi hayvanlarca öldürülüşünden bahsederler. Amorphis birkaç defadır sözlerini Fin şair Pekka Kainulainen’den alıyor ve onun üzerine bestelerini yaratıyor.

    Son albümün konsept ve müzikal yapısına döneceğiz, ancak bundan bahsetmeden önce Amorphis müziği üzerine birkaç düşünce yazmak isterim. Şu son albüme gelene kadar grubun bestelerine bakıldığında çok fazla farklılık kulağa çarpmıyor, bu doğru. Hatta “Eclipse” albümünden bir şarkıyı getirip şu son albümün içine koysanız sırıtacağını da pek zannetmem. Amorphis müziğinin eleştirildiği en önemli konu ise bestelerinde hep aynı yapıyı kullanmaları, hatta aynı tonları aynı melodilerden vermeleridir. Elbette bu bir grup için büyük bir handikap, ancak şöyle bir durum var ki bu topluluğun her albümünde mutlaka bir enstrüman ön plana çıkıyor ve farklı tonlamalar sergiliyor. Bu farkı çoğu zaman hissedemiyoruz. Ayrıca bazı albümlerinde yeni ve farklı melodiler bulmaya çalışıyorlar ve bunu bizlere sunuyorlar. Örnek vermek gerekirse “Eclipse” albümünde basit gitar melodilerden yarattıkları ambiyansı “Silent Waters”da klavyeden vermeleri, “Skyforger”da ise kesik kesik thrash rifleri kullanmalarıdır. Bu bence bir değişimdir.

    “The Beginning of Times”, Amorphis’in 2011’deki bir çılgınlığıdır. Grup hem müzikal yönden diğer yapıtlarını aşmış hem de liriksel açıdan en başarılı ürünlerinden birisini ortaya çıkarmıştır. Bugün bu metal grubunun bu albümünün şarkılarında kullandığı tonları (özellikle klavye) bir başka topluluk kullanmıyor. Amorphis kendi yarattığı bir dünyada kimseye bakmadan hızlıca ilerliyor ve kendileri için muğlak bir şey de gözükmüyor. Daha önceki albümlerinde iki gitarist Holopainen ve Koivusaari dizginleri ele almışken “The Beginning of Times”da klavyeci Santeri Kallio’nun bestelere nasıl da sinsice nüfuz ettiğini keyif alarak dinlemekteyiz. Santeri Kallio’nun bu albümde kullandığı o tonlar şimdiye kadar Amorphis müziğinde kullanılmamıştı. Bugün bu tonlamaları IQ, Wobbler, Glass Hammer ve White Willow gibi kalburüstü progresif rock toplulukları kullanmakta ve bu durum grubun müziğini çok detaylı taraflara ve derinlere sürüklemekte. Hatta bunun ucu Alan Parsons Project’lere kadar gidebilmekte ve isteyen inanır istemeyen inanmak istemez ama, topluluk bu ilerici yapısıyla bizi şaşırtmaktadır. Bestelerde Blind Guardian, Jethro Tull gibi folk yönü kuvvetli grupların etkilerini de hissedebilmekteyiz. Gitarlar çok daha melodik, saksafon ve klarnet gibi enstrümanlar da yine farklılık yaratmak için kullanılmış. Müzikal açıdan progresif yaklaşımları olan topluluk albümün konsept yapısında ise Kalevala’nın ana karakterlerinden bilge ve yaşlı kişi, Kantele’nin yaratıcısı Väinämöinen’in hayatına bir bakış fırlatıyor ve onun yaşam savaşını, aşkta kaybedişini, sürüklenip debelenişini ve ne olursa olsun hayata ışık getirmek ve şarkı söylemek için uzaklara gidişini anlatıyor. Albüm kapağındaki yumurta ise bir dünyayı içerisinde saklıyor ve o kırılınca, kırılan bu parçalardan yaşam meydana geliyor.

    İşte hayatını dünyaya ışık getirmeye adamış bilge kişi Väinämöinen’in savaşını anlatan şarkı iç acıtıcı klavye melodileriyle başlıyor. Battle For Light boğazınızda yumru oluşturucu etkisi ve harika gidişatıyla mükemmel ötesi bir açılışa sahip devasa bir şarkı. Koral vokallerdeki dolgun yapı besteyi farklı hale getirmiş. Ardından gelen kompleks şarkı Mermaid’in lirikleri ise çok acı verici bir olaydan esinlenmiş. Şarkı Väinämöinen’in sevdiği kız olan Aino’nun (albümde karakter isimleri yer almıyor) kendini suda boğmasından esinlenir ve şarkı müzikal olarak kusursuz bir şaheser olmakla birlikte Aino’nun inlemeleriyle başlar. Joutsen’in ilk vokallerine dikkat edin nasıl da kırılgan söylüyor. My Enemy’de Väinämöinen’in düşmanları anlatılır ve Joutsen’in katıksız brütal vokalleri de bu şarkıda kendilerine yer buluyorlar.
                                                                   v ä i n ä m o i n e n
     
      You I Need tertemiz Joutsen vokalleriyle ilerleyen kan kaynatıcı duygusal bir eserken nakaratlardaki kusursuzluğa dikkatinizi çekmek isterim. Albümün en iyilerinden Song of the Sage’de üst üste bindirilmiş vokaller, progresif yapı, ritim değişiklikleri, Blind Guardian ve Jethro Tull etkileri tek kelimeyle kusursuz. Three Words kararlı Joutsen vokalleriyle nefis ilerliyor ve Santeri Kallio’nun bahsettiğim farklı klavye oyunlarından bazıları da bu şarkıda duyuluyor. Reformation, Soothsayer ve ardından gelen mükemmel nakaratlı On a Stranded Shore bu albümün en keskin çalışmalarından bazıları. Albüm sonlara gelirken Escape ve Crack in a Stone ile iyice deliriyor ve kendinizi muğlâk bir yolculukta hissediyorsunuz. Amorphis o devasa yumurtadan bilinmez yolculuklara gebe bırakıyor biz insanlığı.
   
“Tales From The Thousand Lakes” ve “Elegy” ile hayatıma etki edip, unutulmaz, bembeyaz ve kapkaranlık anlar, anılar bırakan bu grup yıllar sonra beni aynı duyguyla baş başa bıraktı. Yürürken, yatarken, koşarken, nefes alırken, yollarda dinliyorum.

24 Ocak 2013 Perşembe

Affector - Harmagedon

AFFECTOR
Harmagedon
Sonun başlangıcı.
2012


       Evrenin sırrı gibi kürsel bir konuda görüş bildirmiş sayısızca insan vardır yeryüzünde. Bunlardan bazıları ya önemli bilim adamlarıdır ya da kehanet dolu düşüncelerini satırlara döken efsanevi astrologlardır. Yaşadığımız yeryüzü gittikçe kötüye giden bir portre çizerken dünya sonun başlangıcına hazırlanıyor belki de. İnsanlık eski Maya uygarlıklarının, astrologların ve bilim adamlarının verdiği bir tarih neticesinde tayfunlarla, buzulların erimesiyle, sellerle, depremlerle hatta hatta daha çevremizden örnekler verirsek daha kriminal, suça yatkın kişiliklerle bezenmiş bir dünya fotoğrafıyla uğraşıyor. Bütün bu olumsuz nitelikler çerçevesinde iş ise yine insanlıkta bitiyor. Sonun başlangıcı dediğimiz bu olayın ana sorumlusu insan ve insanın yarattığı “kötü insan doğası”dır. Mayaların 21 Aralık 2012 tarihindeki kehaneti ve dolayısıyla çağımızın en büyük astrologu olan Nostradamus’un teker teker gerçekleşmeye yüz tutmuş söylenceleri onların ne kadar da haklı olduğunu gün yüzüne çıkartmaktadır.

      Bu konuyu belki de hepimiz düşünüyoruz. Dünyanın kötüye giden gidişatına karşılık hepimiz hayatlarımızda olan biteni izliyoruz. Bir gün gerçeklerle karşılaşınca bir şeyleri yapmakta geç kalmışız diyeceğiz fakat en azından bunları düşünmek bile insanı, insanları uyarmayı, ininden çıkarmayı hızlandırır diye düşünüyorum. Yeter ki bir kibrit çakılsın.

       Bana bunları düşündüren aslında küçük bir albüm haberi olmuştu. “Sonun başlangıcı” konusunu albümüne konu seçmiş daha önce Neal Morse ile çalışan Hollandalı davulcu Colin Leijenaar ve Alman virtüöz gitarist Daniel Fries’dı. Bu ikili zaman içersinde proje grubunu kurup yanına da Enchant, Spock’s Beard ve Thought Chamber vokalisti Ted Leonard’ı ve Symphony X basisti Michael LePond’u alıp bu senenin en üretken en iyi progresif rock/metal kayıtlarından birisine imza attı. Albümdeki konuklar ise dudak uçuklatacak cinsten. Neal Morse, Derek Sherinian, Jordan Rudess ve İtalyan virtüöz Alex Argento konuklardan sadece bir kaçı. Sadece bu isimler bile neyin ne olduğunu gözler önüne seriyor. Rush’ın “Clockwork Angels” albümüyle aynı sene yayımlanan bu albüm progresif müzik dünyasında oldukça beğenilmiş durumda.

      Affector, Colin Leijenaar ve Daniel Fries’ın kurduğu bir progresif rock/metal projesi. Daha ilk albümde yazının başında belirttiğimiz konsepte de imza atan bu ikili konuk müzisyenler sayesinde daha güçlü bir grup imajı çiziyorlar. Bu çalışma yıllar önce yayımlanan Ted Leonard’ın da yer aldığı Thought Chamber adlı projeyi andırıyor ama orkestrasyonlar açısından da çok daha başarılı gözüküyor. Polonyalı müzisyen Michał Mierzejewski’nin daha albümün ilk başında yarattığı o destansı giriş neticesinde beğeni kazandı ve bu albüm de onun sayesinde farklılığını kanıtladı. Vokalist Ted Leonard bir prog metal vokalisti değil, kendisini daha çok prog rock albümlerinde ve sert olmayan naif şarkılarda dinlediğimiz için bir parça garipseme yaşıyoruz ama daha önceki Thought Chamber projesini aklımıza getirdiğimizde ise kendisinin bu albümde çok daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

     Gitarist Daniel Fries’ın etkilenimleri ise Michael Romeo ve John Petrucci çerçevesinde genişleyip caza fusion’a kadar uzanıyor ve solo açısından çok tatminkâr, hatta virtüöz derecesinde çok iyi diyebilirim. Davulcu Colin Leijenaar’ın ise bitmek bilmez bir Mike Portnoy sevgisi mevcut. Bu albümdeki davulları dinlediğinizde size çok tanıdık gelecek Mike Portnoy’u anımsatan bateri vuruş teknikleri olacaktır. Bu tabi bir dezavantaj değil aksine besteleri tek başına dinlediğinizde o klavyeleri ve orkestrasyonları hep birlikte duyduğunuzda bir sorun olmadığını fark edeceksiniz. Yani standart bir progresif metal grubundan çok daha farklılık ihtiva ediyorlar.

      Affector bir Dream Theater kopyası kesinlikle değil ancak onu hatırlatan ve ondan etkilenen yerler de oldukça fazla. Liquid Tension Experiment projesinden de bahsedilebilir bu albümün etkilenimlerinden bahsederken...Yüzlerce topluluk Dream Theater’dan etkileniyor onlar bir büyük topluluk ancak tabi onlardan aldıklarını Affector gibi gruplar bir parça içerisine tuz, biber katıp önümüze sürüyorlar. Bu albümdeki besteler hiç iyi olmasaydı ikinci defa hiç dinlemezdim ama şarkılar o kadar iyi ki!

       “Overture” adında iki bölümden oluşan Polonyalı müzisyen Michał Mierzejewski’nin katkı sağladığı bu besteler klasik müzik hayranlarını bile hayran bırakacak derecede iyi. Destansı bir şekilde giriş yapılıp sinematografik unsurların oldukça çok olduğu yollara giriyor. Ritim gitarın şahlandığı “Salvation”, “The Rapture” Daniel’in babasını kaybedişi üzerine yazdığı ve vokalist Ted Leonard’ın Flamenko gitar eşliğinde sanki “a capella” söylermiş gibi bir üslup kullandığı “Cry Song” çok etkileyici. Fusion’dan tatlar barındıran “Falling Away & Rise of the Beast” albümle aynı adı taşıyan ve Michael Romeo’nun etkisini her an ensesinde hissettiği “Harmagedon”, epik ve progresif şarkılara birer örnek teşkil ediyor. Kapanış şarkısı “New Jerusalem” ise albümün en iyi iki şarkısından birisi. –diğeri Cry Song.- Ted Leonard vokaller konusunda kusursuz bir iş çıkartmış tam istenildiği gibi, melodiler insanı yakalayacak cinsten. Klavyeler çok derinlikli, sololar çok duygulu ve nefis!

       Affector bu ilk albümüyle ayağını yere basan çok başarılı bir konsept ile piyasaya çıkan bir grup izlenimi veriyor. Jordan Rudess, Derek Sherinian, Neal Morse gibi isimlerin de misafir sanatçı konumunda durduğu bu albüm yurt dışından da iyi puanlar alıyor. Bakalım bizim tayfa bunları sevecek mi?

21 Ocak 2013 Pazartesi

YES - Fly From Here

YES
Fly From Here
Geçmişin mirasını yemek.
2011

     Bir müzik topluluğu için 60’lı yıllardan 2010’lu yıllara kopup gelmek kolay bir şey olmasa gerek. Saçları uzun, daracık kot pantolonlar giyinen, 70’li yılların gelişiyle birlikte grup içerisinde tartışmalı zamanlar geçiren bir topluluktu YES. Progresif rock müziğinde Pink Floyd’u dışta bırakırsak ikinciliği neredeyse King Crimson ile paylaşıyorlardı. Bu grubun klavyede Rick Wakeman, basta Chris Squire gibi deha adamları vardı en önemlisi vokalisti Jon Anderson YES topluluğunun her şeyiydi. Bazı dinleyiciler Jon Anderson’ı sesinden dolayı pek sevmez, hatta grubu Wakeman, Howe, Squire üçlüsünün yönettiğine inanır. Oysa bu çok büyük bir yanlıştır. Jon Anderson bu toplulukta Wakeman’dan da önce vardı Steve Howe’dan da. YES grubunun büyüsü müziğinden çok meleksi sesiyle Jon Anderson’un sesiyle yarattığı o farklı dünyalardır.

     70’li yıllarda topluluk Bill Bruford gibi caz eğitimi almış bir davulcu ile yollarına devam ediyor ve bir yandan da klasik müzik eğitimli Rick Wakeman ile çatışıyordu. Grup içinde bu caz ve klasik müziğin çatışması yıllarca sürdü ve bu iki müzisyen efsan albüm “Fragile”dan başlayıp bir sonraki “Close to the Edge”e kadar tartışmalarını bitiremediler. En sonunda Bill Bruford “Tales from the Topographic Oceans” albümü öncesi ayrılmış ve yerine Alan White geçmişti. İşte bundan sonra YES müziği kendi çapında değişime uğradı. Ta ki 1980 yılında çıkan “Drama” albümüne kadar değişik sound’ları denediler durdular.


“Drama” ve “Drama II”
       1980 yılı “Drama” albümü içerisinde efsane vokalist Jon Anderson’un ve Rick Wakeman’ın yer almadığı ve vokallerde Trevor Horn’un olduğu, kullanılan tonlar açısından 80’leri tamamiyle içerisinde taşıyan bir albümdü. Çiğ sesler, tematik melodiler bu albümün en temel özelliklerinden ikisiydi. YES hayranları bu “Drama” albümüne çok yoğun olumsuz eleştiri getirmezler, çünkü müzikal olarak YES’in kendi kullandığı tonlar korunmuş ve dinlediğinizde “işte bu bir YES albümü” diyebileceğiniz bir yapıya sahipti. Şimdi ise 2011 yılında vokallerde Jon Anderson’ın olmadığı ikinci bir YES albümü, “Fly From Here” piyasada. YES hayranları artık bu albüme “Drama II” olarak bakmaktadır. Bunun nedeni ise kadrodaki değişiklikler, kullanılan tonlamaların aynı “Drama” albümünü hatırlatması ve tabii ki Jon Anderson’un olmamasıdır. 1980’lerdeki YES müziği çok eleştiriye uğrar. Hatta Pink Floyd, King Crimson ve kendi sound’unu yaratmış bir Rush dışında çoğu Progressive rock devleri bu 80’ler sound’u eleştirisinden bir türlü kurtulamamıştır. Kullanılan klavye tonları neredeyse çok sade ve yavan, davul ve efekt yaratımları ise çok düz olmuştur. Kimi topluluklar pop ve melodik yaklaşımlardan çok yarar görmüştü. Doğal olarak bu süreçte YES müziği de bundan dolaylı olarak etkilenmiştir. 1980’deki “Drama” albümünden sonra çıkardıkları “90125” çok eleştiriye uğrar. “90125”, içinde artık bir klasik sayılan Owner of a Lonely Heart’ı da barındıran vasat bir çalışmaydı. Çok yavan melodi anlayışları, pop etkileri artık YES dinleyicilerini sinir küpü yapmıştı. Albümden sadece Changes başarı gösterdi. Daha sonra gelen tamamiyle pop etkili “Big Generator” yine kötü eleştirilerden kurtulamamıştı. 1991 yılındaki “Union” ve 1994 yılı albümü “Talk” ise hiç parlak albümler değildi. YES deyim yerindeyse 80’leri ve 90’ları topallaya topallaya bitirmişti, ta ki 1999 yılındaki “The Ladder” albümüne kadar…
      “The Ladder” klavyede Igor Khoroshev’in olduğu başarılı bir YES albümü olarak tarihe geçti. Grup müzikal olarak düzene girmişti, ki Steve Howe artık farklı sololar bile atabiliyordu. 2001 yılındaki klasik müzik orkestrası yardımıyla kaydedilen “Magnification” YES’in son dönemlerde yaptığı en iyi işti.


“Drama II” ve “Fly From Here”
       2011 YES için farklı anlamlar taşıyordu. Melodik rock/progressive rock karışımı bir grup olan MYSTERY adlı bir toplulukta söyleyen vokalist Benoit David YES’e girdi. “Fly From Here”, bütün YES hayranları için “Drama II” niteliğindedir. 2011 yılında 1980’lerde kullanılan tonajlamalar kullanılırken, Jon Anderson’ın olmadığı bir albümü dinlemek de YES hayranları için hiç iyi bir sürpriz olmasa gerek. Çünkü albümü dinlediğinizde bu olumsuzluğun farkına varıyorsunuz.

     Benoit David bir anlamda Jon Anderson olmaya çalışarak (zaten ne olacaktı ki, tabii ki Jon Anderson’ı bir anlamda taklit edecekti) sıkıcı bir vokalist portresi çiziyor. Aslında çok iyi bir şarkıcı ama YES için değil. Bas gitardaki Steve Howe kendisinden beklenen bas partisyonları başarıyla çalmış ve albümdeki şarkılar için en önemli müzisyen konumunda duruyor. Çünkü o dolgun bas tonuyla her şeyi dolduruyor bu müzisyen. Steve Howe’u ise ortalama başarı göstermiş olarak buldum, çünkü yıllar bu müzisyenden çok şey almış götürmüş.

       En iyi işlerini 70’lerde yapmış bir müzisyen için 2011’lerde ondan çok da bir şey beklememek lazım. Klavyede yer alan Geoff Downes ise 1980’lerdeki tonlamaların aynısı bu albümde de göstererek, yeni farklı bir şeyler başaramamış. Tabii bu zamandan sonra YES gibi bir topluluktan ne bekliyoruz? Farklılık yaratabilirler mi? Sonuç ortadadır. Yapısal olarak bu bir YES albümü değil. Jon Anderson’ın, Rick Wakeman’ın, Bill Bruford’un olmadığı bir albüm nasıl tam anlamıyla bir YES albümü olabilir ki? Sadece Steve Howe ve Chris Squire ile işler yürümüyor işte! Bestelerde çok ciddi sorunlar mevcut. 2011 yılına gelmişiz, ilerici bir müzikten bahsediyoruz; progresif ve senfonik bir müzikten bahsediyoruz, ama 80’leri taklit etmekten öte gidemiyoruz. Yapılan pek bir şey yok aslında. Bu çıkardıkları albümden 3-4 tane daha çıkartabilirlerdi. Çünkü artık geçmişin mirasından pay almış, onları kullanıyorlar.
        Peki, albümde hiç iyi beste yok mu? Elbette var. Mesela We Can Fly, Steve Howe’un iyi bir solo attığı Sad Night at the Airfield çok düşsel ve iyi besteler. Bunun dışında sirk müziğini anımsatan Bumpy Ride ve Into The Storm da gayet süper, ancak albümün iyi kısmı sadece bu kadar. Evet, bundan ileri gidemiyoruz. Hiç YES dinlememiş birisi için bu çalışma bir başyapıt sayılabilir, o kadar da güçlü bir albüm. Fakat işte oraya YES yazısını koyduğunuzda işler aynı yürümüyor. Eğer YES dinlemek istiyorsanız gidin “Fragile”, “Close To The Edge”, “The Yes Album”, “Magnification” falan dinleyin. Yok illâ hâlâ bu albümü dinlemek istiyorum, bu albüm de bir YES albümüdür diye diretiyorsanız, size diyebileceğim bir şey yok. 20 senedir YES dinleyen birisi olarak ben nostalji dinlemiş oldum, gerçek YES değil. Teşekkürler.

20 Ocak 2013 Pazar

Vektor - Outer Isolation


Vektor - Outer Isolation
Çok iyisiniz!
2011

       Amerika’dan progresif müzik grubu mu çıkar savını çürütürcesine aylardır dinlemeye doyamadığım bir topluluk Vektor. Aslında bir arkadaşımın bana tavsiyesiydi fakat thrash metal deyince, bir de Amerika lafı geçince iyiden iyiye takibine düşmüştüm. Thrash metal dinlemeyeli o kadar uzun zaman oldu ki, sadece eski toplulukları biliyor ve yeni grupları hiç dinlemiyordum.

       Progresif müzik ile thrash metalin buluşması çok fazla yeni değil. Dinlediklerimden Coroner, Atheist, Voivod, Cynic, Toxik ve bir rifi bir daha kullanmayan deli topluluk Deathrow bunlardan birkaçı. Öbür yandan da klasik thrash toplulukları Exodus, Flotsam And Jetsam, Anthrax, Artillery gibi grupları da 80’li yılların sonu ve 90’lı yıllarda dinlemişliğimiz fazlaydı, ama sonraki yıllarda bu müzikle aramda iyice kopukluk oldu.

     Sadece progresif müzikte değil diğer bütün tarzlarda da müzikseverlerin söylediği şey, “Amerika’dan müzik grubu mu çıkar ya boşversene!” gibilerinden içi boş söylemlerdi. Bugün Progresif metalden tutun indie rock, death metal, blues rock gibi en uç türlerde bile Amerikan toplulukları en önlerden gelmekte. Ki Tampa, Florida death metalin neredeyse kalesiyken böyle ucube sözcüklerle insanların kafasını allak bullak etmek çok gereksiz bir olay. Amerikan müzik grupları iyidir, politik sistemini kabul edelim etmeyelim, Sacred Reich gibi bir topluluk varken başkalarına hiç düşmez. Onlar da Arizonalıydı öyle değil mi? Tıpkı Vektor’ün tozlu Arizona topraklarından çıkıp doğması gibi…

      Bugün en basit Amerikalı bir folk müzisyeni bile kendi ülkesini eleştiriyor, sistem eleştirisi yapıyor politik konulara el atıp sağlık sorunlarından dem vurabiliyor. Amerika’nın o alışagelmiş sömürgeci düzeninden zamanının thrash metal toplulukları da şarkılarında çok söz etmişti. Bunların en önemlisi de Sacred Reich gibi bir topluluktu. Bu topluluğun kullandığı sözler müziklerinden önce geliyor. Sacred Reich dedin mi şarkı sözlerinden Amerikan politik-sömürgeci sistemine neredeyse sağlam küfürler salladığı doğruydu ve daha sonra bir anda kaybolarak kendisinden sonra gelen thrash gruplarını lirikleriyle müziğiyle bir bir işledi. O hepimizin bildiği Chuck Schuldiner öncülüğündeki Death, insan ruhuna inerek o günkü toplulukları da çok etkilemişti. İşte Vektor bunlardan biri.

     Bugün belki de Vektor bu görevi başarıyla yerine getiren yeni nesil en önemli topluluklardan birisi. Müziklerindeki eski tarz yaklaşım biraz Voivod, Sacred Reich havası, onun yanında Progresif metal süslemeleri ve yer yer caza kaçan ritim düzenlemeleriyle Vektor bırakın 5 yılı son 10-15 yılın en özel teknik thrash metal topluluklarından da birisi oluyor. Yani bu grup için ne söylense az geliyor. “Black Future” adlı ilk albümlerini dinlediğimde müziğin o kaotikliğine ve kusursuz tonal yaklaşımlarına inanamamıştım ve demiştim ki “işte elit thrash metal de bu oluyor sanırım.” Evet, kesinlikle bu grubun müziğinde öyle aniden bodoslama giren varyasyonlar, çok heyecanlı, çok kirli leş bir thrash müziği aramayın. Bu grup işi daha fantastik bir noktaya taşıyor ve bu işin sanatsal yanı nasıl olur, onu gösteriyor. Thrash metal genellikle çok farklı gözükür insanın gözüne. İşte bu grup işi layığıyla yapıyor, tertemiz, yağ gibi melodiler nasıl işlenir, insanın kulağına bunlar acı vermeden nasıl sokulur onun stilize derlemesini yapıyor ve belki de gücünü o Arizona’nın yalnız, tozlu, leş topraklarından alıyor.

     İlk albüm “Demolition”, thrash metal dünyasını öyle çok fazla sarsıntıya uğratmamış fakat ikinci albüm “Black Future” ile insanları şöyle bir sallamış kendilerine getirmişler. “Black Future”ın yarattığı bu etkiyle insanlar bir de kendi aralarında konuşmaya başlamış ve bu grubun vokallerinde Chuck Schuldiner etkisi sezmiş ve o çığlık vokallerine de tıpkı eski tarz thrash metali yaşatır gözüyle bakmışlar. Evet, David DiSanto böyle bir adam ve aniden size Chuck’ın o tiz çığlıklarını yaşatabilir bir yönü de var. Grubun son albümü “Outer Isolation” ise grubu takip eden hayranlar tarafından sabırsızlıkla beklendi.

     “Outer Isolation” tartışmasız grubun en iyi çalışmalarından birisi fakat şu iyi bu iyi diye bir anlam kargaşası çıkarmak istemiyorum. Yalnızca benim hissettiğim, bu albümün daha progresif ve daha deli olduğu yönünde. İlk şarkı 10 dakikalık Cosmic Cortex’deki blast beat’ler, teknik yapı, delicesine giren sololar ve David DiSanto çığlıkları bu albüm ne kadar da çılgınca başladığının çok net göstergesi. Tokat atar gibi başlıyor ve öyle devam ediyor. Zaman zaman ritim gitarlardaki black metal göndermeleri de cabası. Yurt dışındaki tartışmaları da pek tabii takip ediyorum ancak bu albümün yarattığı ikilemi de gözardı edemiyorum. Bazı kesimler çok beğenmişken, bazı kesim ise “Black Future”ı daha süper görmekte.

     Şarkı sözlerinde yine umutsuzluk, sorgulama ve karanlık bir gelecekten dem vuruyorlar. Echoless Chamber melodik giden yapısına karşılık Death’in o teknik yapıdaki şarkılarını anımsatıyor. 2:20′den itibaren bestede hayret verici teknik ritim değişiklikleri mevcut. Bu tarz besteleri dinlemek için çok sağlam bir kafa yapısı lazım yoksa dakikasında kapatabilirsiniz. Bu şarkı size hem müzikal bir birikimi sunuyor hem de çok yoğun kusursuz bir sound ile karşılaşmanızı sağlıyor. Bas melodileriyle açılan ve sonlara doğru iyice hızlanan Dying World ise kurgusal-kusursuz bir thrash metal ziyafeti. Davuldaki Blake Anderson sistematik bir şekilde öyle harikalar yaratmış ki son dönemde dinlediğim en iyi işlerden birisiydi bu şarkı. Vektor hız kesmiyor ve Tetrastructural Minds ile biraz eski günlere döndürüyor. Albümde en çok bu şarkıda nostalji tınıları hissettim. Ultra teknik yapısıyla Venus Project geçip giden gitar melodileriyle ilgi çekmekten öte insanın hayal dünyasını çalıştırıcı bir yapıya sahip ve tabii daha sonra iş iyice karmaşıklaşıyor ve işin içine kompleks yapılar giriyor ve Vektor’e bir kez daha şapka çıkartıyorum. Dark Creations, Dead Creators, Fast Paced Society ve hastalıklı Outer Isolation şarkısı bu hastalıklı albümün son üç bestesi.

     Vektor bu albümüyle hız konusunda da pek rakip tanıyacak gibi değil. Thrash metal dünyasında progresif öğeleri diğer tarzlarla buluşturabilen ender gruplardan birisi. “Outer Isolation” tam bu anlamda nerede duruyor onu kestiremiyorum fakat dramatik yapısıyla, sorgulayıcı lirikleriyle ve kusursuz tonajlamalarıyla en üstlerde yer alacaklarından şüphem bile yok. O Voivod’vari logosu bile bakınca gülümsememe neden oluyor.

Myrath - Tales of the Sands


Myrath - Tales of the Sands
Teşekkür ederim. شكرا
2011

        Myrath’in bir önceki albümü “Desert Call”un tanıtımında grubun nereden, hangi ülkeden geldiğinden, müzisyenlerinin kimler olduğundan ve grubun müziğinin hangi büyük gruplardan etkileşimlerle meydana geldiğinden bahsetmiştik ve eklemiştik ki, bu topluluk ilerki zamanlarda daha da bilinecek ve büyüyecek.. “Tales of the Sands”, Myrath’in 2011’deki çılgınlığı olmakla beraber, albümün dış müzik medyasında yarattığı merak ve sevenlerinde meydana gelen sarhoşluk da göz önünde bulundurulduğunda, topluluğun artık büyümeye bağladığını da görebiliyoruz sanırım. Bu yazıda grubun nereden geldiğinden ve müzisyenlerin kim olduğundan çok, albümün derinliğine yolculuk yapmak herhalde en doğru hareket olacaktır. Çünkü karşımızda artık bir şeyleri aşmış, olgunluk portresi çizebilen ve en önemlisi kendilerine çok güvenen bir müzik topluluğu var.

       Bugün power metal ve progresif metal piyasasında öyle garip kayıtlar piyasaya sürülüyor ki dinleyiciler ikiye bölünmekle kalmıyor, çok büyük tartışmalara da ortam hazırlanıyor. Bazen bir topluluk bir albüm için 4-5 sene harcıyor ve ortaya çıkan sonuç kimi zaman hüsran oluyor, kimi zaman da çok güzel besteler yapım hatalarına kurban gidebiliyor. Bazen de biz dinleyiciler, bir topluluğa gereğinden fazla değer verebiliyor onu yükseklere doğru yüceltebiliyoruz. Ortaya çıkan sonuç hüsran olsa bile kimimiz o ürüne “süper” damgası vurabiliyoruz.

       Gerçekten garip şeyler dönüyor. Tabii bazen körü körüne dinlemekle alâkalı bir abartma politikası yapmaktan da geri durmuyoruz. Bu sadece bir müzik türünün başını çeken popüler topluluklarla alâkalı olabiliyor, Myrath gibi müziğe yeni yeni ısınan gruplardan bahsetmiyorum tabii ki. “Desert Call” ilk çıktığında Symphony X’in Vanden Plas’ın ve Adagio’nun çok etkisinde kalındığından bahsetmiştik. Zaman geçti, müziklerini daha da geliştirdiler ve çok kısa sürede çok büyük işler başardılar. Öyle senelerce çalışmak gerekmedi onlar için, sadece ürettiler, stüdyoda çaldılar ve kulaklarımıza sundular. İkiye de bölmediler insanları; dinleyenler “yılın en iyi kaydı.”, “yeni albüm harika!” gibilerinden güzel sözcüklerle döşedi her yeri. Belki de güzel olan buydu.

        Orhan Gencebay arabesk müzik için çok tartışmalı sözcükler söylemiştir. Ona göre bu tarz müzik serbest çalışmalardan ibarettir. Sadettin Kaynak’lara dek varan arabesk müziğin Türk müziği ile kaynaşması ve filmlerde kullanılan Arap melodileri sayesinde, Türk insanı bu tarz oryantal seslere pek sıcak bakar oldu. Eğer Sadettin Kaynak olmasaydı şimdi bu tarz melodilere başka taraflardan bakıyor da olabilirdik. Ümmü Gülsüm, Fairuz gibi Arap müziğinin en önde gelen ses sanatkârlarının yanı sıra Kuzey Afrika’da yaşayan bedevilerin dinlediği müzik bile bizi etkiler çoğu zaman, evet işte bütün bunlar bugün evrensel olarak kabul gören progresif metal ve power metal türlerinin kendi içerisinde sentezini yapan Myrath gibi bir topluluğun müziklerinde yaşıyor.

        Albümdeki yaylıların kullanımına ve o tonlara dikkat edin; bizim arabesk dediğimiz ama Orhan Gencebay’ın serbest çalışmalar dediği müziklerde kullanılanların çok benzerleri. Ayrıca son dönemde fantezi müzik adına çıkan hemen hemen her kayıtta da bu yaylı tonlarına rastlayabilirsiniz. “Desert Call” albümünde hep gerilerden gelen darbuka bu sefer biraz daha ön plana geçmiş; hatta darbuka ile başlayan besteler bile duyabiliyoruz. “Desert Call”da müziğin düz yapısı üzerinde çok fazla oynama yapılmazken, “Tales of the Sands” albümünde daha karmaşık bir yapı kullanılmış, hatta o darbuka ritimleri bile bu kompleks yapı üzerinde çok nüans verici olmuş.


       “Desert Call” albümünde Zaher Zorgati’nin vokalleri çok iyi olmakla birlikte çok fazla değişkenlik göstermiyordu ancak bu albümde bu yapı da kırılmış ve farklı tonlardan farklı nüanslar vererek besteleri daha da zengin hale getirmiş. İki şarkıda Arapça söylenen pasajlar gerçekten de çok ustaca yerleşmiş beste içerisine. O kadar güzel durmuş ki insanın Arapça öğrenesi geliyor. “Desert Call” albümünde alt yapıda çok fazla ses duymuyorduk ama “Tales of the Sands”de o darbuka ritimleri dışında birçok enstrümanın sesine şahit olabiliyoruz ve bu da albümün çok sesli olduğu anlamına geliyor.

      Oriental metal artık kimilerimiz tarafından kabul görmüş durumda, kimimiz ise pek hoşlanmıyoruz; ama şahsen etnik müzikleri evrensel bir müzik içerisinde kullanmanın çok zekâ gerektiren bir iş olduğunu düşünmekle birlikte, Myrath müzisyenlerinin de geçmişten gelen etnik müzik birikimlerini power ve progresif metal içerisine çok zekice yerleştirdiklerini düşünüyorum.

      Albümdeki besteler öyle 2-3 dinlemeyle anlaşılacak gibi değil, aksine dinledikçe içine girilen ve güzelleşen türden. Açılıştaki Under Siege’in ilk notalarıyla etnik müziğe merhaba diyorsunuz. Gitarist Malek Ben Arbia kendisini çok geliştirmiş, hatta bu şarkıyla birlikte bazı bestelerde Michael Romeo’nun Symphony X’in “Iconoclast”ında kullandığı o dinamik ritim gitarlarını andıran şeyler yapıyor. Seri darbuka vuruşlarıyla başlayan Braving The Seas de albümün harika taraflarından birisi. Zorgati’nin güçlü melodik vokalleri ve nakaratın güzelliği kendine hayran bıraktırıyor. Gruba yeni gelen davulcu Piwee’nin dinamik stili ve klavyedeki Elyes’in neredeyse düğünlerde kullanılan klavye tonlarını hatırlatan o ilginç melodileri de albümde hiç eğreti durmuyor. Bir sonraki şarkı Merciless Times’da Zaher Zorgati’nin yaptığı o gırtlak nağmeleri de çok nefis. Albümle aynı adı taşıyan Tales of the Sands’deki yoğun arabik müzikal yapı sayesinde çok güzel anlar geçirebiliyoruz. Arapça nağmeler modern yapı içerisine çok zekice sentezlenmiş. Çok hüzünlü arabik melodilerle başlayan Sour Sigh,  Zorgati’nin nakarattaki haykırışlarıyla birlikte oryantal olarak albümdeki en güçlü şarkılardan. Zaher bu şarkıyı inanılmaz güzel yorumlarken, Beyond The Stars ise Myrath’in yarattığı en güçlü şarkılardan birisi belki de. Zorgati’nin Arapça söylediği bölümler çok harika ve şarkının devamlı değişen etnik-melodik yapısı da cabası.

        “Tales of the Sands” Kuzey Afrika’nın yalnız çöllerinden hikâyeler barındırıyor. Tunus Ezzahra’dan çıkıp gelen Myrath bu sıcacık albümle çok samimi bir iş başarmış gözüküyor. En önemlisi bu albüm kendilerini daha da çok insana ulaştıracak, daha da çok profesyonelleşecekler. “Tales of the Sands” onların en iyi çalışması olmayacaktır ve daha da iyileri gelecek, ilerde…