11 Şubat 2013 Pazartesi

The Levellers - Static On The Airwaves


THE LEVELLERS
Static On The Airwaves
2012 


Brighton'ın özgürlüğü, yolları seven çocukları...


     Zaman insanın geçmişte yaşadığı hatıraları bir bir gözünün önüne getiriyor. Levellers ile Blue Jean’in çok eski bir sayısında karşılaşmıştık ve o sıralar grubun “Zeitgeist” albümü tanıtılıyordu. İlk defa dinledikten sonra defalarca dinlediğimi hatırlarım ve o albümden “Maid of the River”, “Saturday to Sunday” ve “Haven’t Made It” oldukça beynimi kurcalamıştı. Levellers sadece üst üste bindirilmiş melodi düzenekleriyle sizi ters köşe edebilecek duygusallıkta pasajlar hazırlar. Keman sesleri o kadar incelikle verilir ki aklınızdan çıkmaz. “Saturday to Sunday” ve “Haven’t Made It” şarkılarındaki kısa keman partisyonları bile ne dediğimi anlatır niteliktedir. Dinledikçe hayallerinizde uçsuz bucaksız yeşilde özgürce koşarsınız ve karşıda sizi güneş karşılar, ama devamlı koşarsınız özgürlüğe gidersiniz. Bazende hüzünlendirirler sizi öylece kalır kıpırdayamazsınız yerinizde. Gözleriniz dalar gider bir yerlere, belki yaşlar bile gelebilir. Müziklerinin bu kadar naif olmasına karşın grubun işlediği liriksel temalar ise realizm’den besleniyor. Konserlerinde polisler de eksik olmuyormuş zamanında…
           İngiltere Brighton çıkışlı her daim politik ve muhalif takılıp ve İngiliz basını tarafından “crusty” olarak nitelendirilen ve zaman içerisinde New Model Army gibi bir toplulukla düşünsel anlamda ayrılığa kadar gitmiş korkusuz ve macerayı seven bir topluluk Levellers. Müzikal serüveninde Kelt folk melodilerini punk süslemeleriyle buluşturan grup bu onuncu albümünde “Zeitgeist” ve “Mouth to Mouth” zamanlarına gidiyor ve sevenlerini daha çok memnun ediyor. Yumuşak tonlamalar, punk etkisinin geri plana atılması, duygusal bestelerin yoğunlukta olması ve akustik-folk öğelerinin revaçta oluşu bu albümün en önemli özelliklerinden biri. Kullandıkları mandolin bile “Zeitgeist” zamanlarından çıkma sanki. Grupta “Hello Pig” albümüyle yaşanan düşüş sonrası 2008 yılında çıkan “Letters From Underground” ile bir parça silkinmişlerdi fakat son dönemde asıl başarıyı son albümünde gösterdi topluluk. Bu çalışmadaki bestelerin tamamı grubun eskiye özleminin bir yansıması ve prodüktörlüğünü dostları İngiliz müzisyen Seth Lakeman’ın kardeşi Sean Lakeman üstlenmiş. 


     İçerikteki süper açılış şarkısı “We Are All Gunmen” duygusal keman partisyonları ile dikkati çekiyor. Yani bu kadar olur, kompozisyonlarıyla, dinlediğim ilk andan itibaren vokalleriyle 1990’ların ortalarına kadar götürdüler beni. Muhteşem bir şarkı gerçektende. İngiliz ailelerin aile toplantılarında hep beraber söylediği sevimli şarkılara benzeyen “Forgotten Towns”, bunun dışında bir folk çığlığı “Truth Is”, sonrasında “After the Hurricane” ve “No Barriers”, bir ağıt şeklinde başlayan ve devamında Levellers’ın klasik folk etkileşimiyle insanı duygusal doruklara fırlatan “Alone In The Darkness” ve yol için yollar için hazırladıkları “Traveller” gibi üstün Levellers besteleri mevcut. Her zaman sözleriyle sisteme dokundurmayı da ihmal etmiyorlar. The Pogues’un bir anlamda devamı gibi görülebilecek bu grup Mark Chadwick ve arkadaşlarının günümüzdeki duygusal-aktivist portresi.

8 Şubat 2013 Cuma

Calexico - Carried To Dust


CALEXICO
CARRIED TO DUST
Quarterstick
2008
AMERICANA INDIE ROCK

        Bazı zamanlarda ve bazı durumlarda izlediğimiz ya da dinlediğimiz herhangi bir şeyi “yol” ile ilişkilendirebiliyoruz. Calexico’nun bu son albümü “Carried To Dust”ın kapağına baktığımızda az çok nelerle karşılaşabileceğimizi kestirebiliyoruz ama içeriğine dikkatle kulak kabarttığımızda ise bizi çok farklı yolculukların beklediğine şahit oluyoruz. Arizona’nın tozlu yollarının bu şaşırtıcı grubunun son “Feast of Wire” ve “Garden Ruin” albümlerinin bize iyi birer yol arkadaşı olduğu su götürmez bir gerçekti fakat Calexico’nun iflah olmaz hayranlarının bir sonraki albümü de sabırsızlıkla beklediğine de şahit olduk. Dış müzik basını onların bestelerinin Ennio Morricone stili “spaghetti western” müzikleri etkisinde kaldığını yazdı durdu. Bu doğruydu ve kanımızca bu son albümde Morricone müziğinden en çok feyz alınan albüm olduğunu yazmak, liriksel açıdan ise şimdiye kadar ki en cesur ve en ciddi politik sözlere sahip farklı bir çalışma olması da “Carried To Dust”ı ön plana almamıza yeterli olmakta... 


          Zamanının en politik protest müzisyenlerinden olan ve bir daha gitar çalmaması için elleri kırılıp dövülen ve daha sonra öldürülen Şili’li müzisyen Victor Jara hakkındaki “Victor Jara’s Hands”, yine Jara tarihi hakkında bilgiler veren, günümüzün en çağdaş folk müzisyenlerinden olan Sam Beam’in (Iron & Wine) konuk olduğu “House of Valparaiso”, “Two Silver Trees”, Pieta Brown’ın  geri vokallerde yer aldığı “Slowness” ve sanki bir Omara Portuondo çalışmasıymış gibi duran İspanyol şarkıcı Jairo Zavala’nın yer aldığı Küba esintili “Inspiración”, sinematografik geçişlere sahip “The News About William”ve enstrümantal “El Gatillo” (Trigger Revisited) albümün en iyilerinden… Daha önce Iron & Wine ile de çalışan Nick Luca, prodüksiyon açısından tertemiz bir iş çıkarmış. Calexico’dan Joe Burns ve John Convertino ise müzikal olarak tıpkı My Morning Jacket’in "Evil Urges" albümü gibi çok açık ve geniş yollardan oluşturmuş bu albümün iskeletini ve onlar bizim için bize anlatacağı, yaşanmış çok hikâyesi olan bir Vic Chesnutt bir Ben Harper gibi değer taşıyor. Onlar Calexico, Tucson, Arizona’dan…

7 Şubat 2013 Perşembe

R.E.M. - Chronic Town (EP)


R.E.M.
Chronic Town (EP)
1982

      Amerika’nın Georgia eyaletinin Athens kentinde bir araya gelen R.E.M. üyeleri 1980’lerin hemen başlangıç zamanlarında ileriki yıllarda bütün dünyayı kasıp kavuracak bir müzikal birlikteliğin temellerini de atmışlardı. Athens küçük bir kentti ve bir üniversite kenti olması dolayısıyla ve kolej çocuklarının sokaklarında cirit attığı sanatsal kaygıları olan ve aynı zamanda orada yetişen çoğu müzik grubunun da bu sanatsal kaygıları taşıdığı bir kentti. Küçük yerlerde konserlere çıkan R.E.M. 1982 yılına kadar bu hareketliliğini devam ettirirken bir yandan da enstrüman hakimiyetlerini geliştirmeye çalışan davulcu Bill Berry ve gitarist Peter Buck, öbür yandan yazdığı lirikleri daha derin ele almaya çalışan Michael Stipe zamanı doğru kullanmaya çalışıyorlardı. Müzikal birikimi daha o yıllarda belli olan Mike Mills ise her zaman köşesinde sessiz sedasız takılıyordu. 
 
       Çok etkilendikleri Patti Smith’in kendileri açısından büyük önemi vardı ve bu hem Peter Buck’ın hem de Michael Stipe’ın üretimlerinde ve beste aşamalarında kendilerine büyük bir hırs sağlıyordu. Çünkü Stipe’ın Patti Smith’in “Horses”ını dinlediğinde ondan etkilendiğini ve hayatının bir dönüm noktası olduğundan bahsetmesi bunun bir kanıtıdır. Ellerinde çok materyal olmadığından ilk EP’sini 1982 yılında çıkardı grup. Bu EP’de grubun başlangıç yılları müziğinin ne kadar da canlı olduğunu hissediyoruz. Enstrüman hakimiyetlerinin çok iyi durumda olmamasından Peter Buck samimiyetle bahsediyor ve -o zamanlarda çok iyi bir gitarist olduğum söylenemezdi.- gibi bir cümle kuruyordu.              
            Grubun o dönemde ürettiği besteler yaşlarına oranla oldukça kompleks bir yapı sergiliyordu. Ama bestelerindeki o karmaşık/canlı yapıyı ters çevirip çok daha yavaş besteler kullanmak istiyorlardı. EP'deki şarkılardan “Carnival of Sorts (Box Cars)”da bilindik Peter Buck gitar melodilerini okumaktayız. Tamamiyle bir kolej müziği havasında ama o zamanki synth pop, punk ve bazı gotik müziklerine nazaran çok daha akılda kalıcı melodik düzenlemeleri olan bir şarkıydı. “Chronic Town” adındaki bu EP’nin de en başarılı çalışmasıydı. “1.000.000” ise klasik R.E.M. soundunun o zamanlardan başlangıcını sergilediği gitar ağırlıklı iyi bir rock şarkısıydı. O dönem R.E.M. için bazı şeyleri yerine oturtmak ve ileriki zamanlarda grubun hangi yönlere doğru kayacağının sinyallerini pek veremeyen bir dönemdi. 


       Grup dijital seslerden ve synthesizer müziğinden nefret ediyordu bu yüzden Athens topraklarının içinde yaşadıkları zamanlarda kendilerini bir anlamda dış dünyaya kapadılar ve o küçük kasabalarında sırf kendi müziklerini üretmek için bir araya geldiler. İşte kendilerini buldukları bir diğer şarkı ise “Wolves, Lower”dı. Mike Mills’in de geri vokallerde olduğu bu şarkı benim de favorilerimden birisidir. Harmonik vokallerle dolu bir şarkıdır ayrıca. “Gardening at Night”ın başlangıcındaki melodiler çok tarifsiz duygular yaşatıyor. O dönemin seslerini, stüdyoda kaydettikleri zamanları hayalinizde yaşatırsınız. Kolejli çocukları, kendilerinin de o yollardan geçtiğini ve 80’lerin o tarifsiz hislerini aklınıza getirirsiniz. “Stumble” ise bunun diğer bir yüzü. Peter Buck’ın yıllar sonra her zaman kullanacağı gitar melodilerini sahiptir bu şarkı.


      R.E.M.’in o zamanlarda ne yapacaklarını kestiremeyen yüzü ileriki yıllarda elbette yerini daha profesyonelliğe bırakacaktı ancak o dönemde yapılan kendilerince “acemice” olarak addedilen şarkıları yüzünden grubun çok keskin bir çizgide ilerlemesi gerektiği düşünmeleri neticesinde çok olumlu bir puanı hanelerine hakettiler. Bu yüzden de başarı gelmiş olacaktı.

*Bu EP Mitch Easter önderliğinde kaydedilmiş, I.R.S. plak şirketinden kaset ve LP olarak piyasaya sürülmüştü.

6 Şubat 2013 Çarşamba

John Mellencamp'in Stephen King ile imtihanı


        JOHN MELLENCAMP'in STEPHEN KING ile imtihanı

       2013 yılının belki de en çok beklenen ürünlerinden birisi de John Mellencamp’in Stephen King ile ortaklaşa giriştiği ve bir ölüm hikayesini gizemli bir şekilde müzikal açıdan anlatılması olacak. Rock ve folk sanatçısı ve aynı zamanda da sıkı bir aktivist olan John Mellencamp, Amerikan’ın edebi değerlerine ve geleneksel folk sanatçılarına sahip çıktığı gibi bu sefer de korku romanı yazarı Stephen King ile iş birliğine gidiyor. Mellencamp şarkılarında hikaye anlatmasını çok sever. Onun için ölüm, aşk, ayrılık, özgürlük, yollar, terkedilmiş kırık hayatlar gibi insana ait bütün duygular şarkı sözlerinin ve kendi beyninin süzgecinden mutlaka geçmiştir. Stephen King ile böylesine etkileyici bir hikayede buluşmak onun için zor olmasa gerek, aksine kendisine çok tanıdık gelen gizemli bu hikâyeleri son iki albümündeki şarkı sözlerinden de tanıyorduk. “The Ghost Brothers of Darkland County” adını taşıyan projede ana hikâye Stephen King’e ait, şarkıların sözlerini ve bestelerini ise John Mellencamp kendisi üstleniyor. 

          Bu projede ayrıca çok önemli bir nokta var ki bu da albümün müzikal yönetmenidir. T-Bone Burnett ismi belki kimilerimize yabancı gelecektir fakat kendisi usta bir blues/folk müzisyeni, ayrıca Coen Kardeşler filmlerine soundtrack hazırlayan isimlerin de başında geliyor. Burnett ayrıca son 2 Mellencamp albümünün de prodüktörüydü ve bu sebeple kendisi bu müzikal çalışma için onu uygun gördü. Kendisi bu proje için biçilmez kaftan. Geçmiş yıllar içerisinde onu bu denli ciddi albümlerde işin altından ustaca kalkmasından tanıyoruz.

      Albümde konuklar oldukça fazla ve karakter yapılı bir albüm olacağı için ve her şarkı kendi içerisinde bir konsept barındıracağı için Mellencamp sanatçı arkadaşlarını bu projeye de çağırmış. Elvis Costello, Sheryl Crow, Rosanne Cash, Neko Case, Kris Kristofferson, Dave & Phil Alvin, Taj Mahal, Ryan Bingham, Matthew McConaughey, Samantha Mathis ve Meg Ryan bu ismlerden bazıları. Evet, yine bir ölüm hikâyesi. Gizemli olaylar, iki kardeş ve Stephen King’in olaya el koyuşu. Blues ve folk tarzında olacak bu müzikal albümün zaman geçtikçe değerini arttıracağı kesin ancak şu an bir şey söylemek de çok erken. Bekleyip göreceğiz. 2013 yılı içerisinde...

Ghost Brothers of Darkland County şarkı listesi: 

1. That’s Me ‒ Elvis Costello
2. That’s Who I Am ‒ Neko Case
3. So Goddamn Smart ‒ Dave Alvin, Phil Alvin, Sheryl Crow
4. Wrong, Wrong, Wrong About Me ‒ Elvis Costello
5. Brotherly Love – Ryan Bingham and Will Dailey
6. How Many Days ‒ Kris Kristofferson
7. You Are Blind ‒ Ryan Bingham
8. Home Again ‒ Sheryl Crow, Dave Alvin, Phil Alvin, Taj Mahal
9. What’s Going On Here – Rosanne Cash
10. My Name Is Joe ‒ Clyde Mulroney
11. Tear This Cabin Down ‒ Taj Mahal
12. And Your Days Are Gone ‒ Sheryl Crow, Dave Alvin, Phil Alvin
13. Jukin’ – Sheryl Crow
14. What Kind Of Man Am I ‒ Kris Kristofferson, Phil Alvin, Sheryl Crow Dave Alvin, Taj Mahal
15. So Goddamn Good ‒ Phil Alvin, Dave Alvin, Sheryl Crow
16. Away From This World - Sheryl Crow
17. Truth – John Mellencamp


Pallas - Röportaj


                                                            PALLAS - RÖPORTAJ

RÜYALARIN ZAMANI: Sanki karanlık çağlara geri dönmüş gibiyiz.
“The Dreams of Men” çoktan başlamıştı ve o an hüzünlü bir melodiyle karşı karşıya kaldı…Ayaklarını uzattı ve gözlerini kapadı.
Neo Progressive Rock grubu Pallas'ın vokalisti Alan Reed ile ayrılmadan önce yaptığımız bir röportaj.

Her şeyden önce sizi son albümünüzdeki başarınızdan ötürü kutlamak isterim. “The Dreams of Men” muhteşem bir atmosfere sahip? Sorularıma geçersem “The Cross & The Crucible gibi bir albümü takip etmek zor muydu? Sana göre iki albüm arasındaki temel farklar neler?
Oldukça zor bir görevdi; çünkü The Cross albümünde başardıklarımızdan memnunduk. Bu albümden sonraki çalışmamızın nasıl olacağı konusunda uzun uzun düşündük . Daha farklı bir albüm yapmak istiyorduk; ama aynı zamanda yapacağımız albüm bilinen Pallas soundundan tamamen farklı olmalıydı. Biraz daha sert ve agresif bir sound arayışındaydık ve sanırım bunu başardık. Aynı zamanda yeni cd’miz şimdiye kadar ki en “prog” çalışmamız diyebilirim. Bir sürü orkestral düzenlemeler ve karmaşık enstrümantal geçişler kullandık.

“The Cross & The Crucible”ın da belirli bir ana tema etrafında yazıldığı ortada. Nedir bu albümü hazırlayan ana öğeler?
Sadece müziğimiz. Albümün isim şarkısını tamamlar tamamlamaz her şeyini oluşturmaya çalıştığımız bu gotik temaya çok yakın durduğunu fark ettik. Amacımız tematik bir albüm yapmak değildi. Her şey kendiliğinden gelişti ve büyüdü. Sanırım her şey insanın hiçbir şeyi sorgulamadan,  bazı şeylerin peşinden körü körüne gitmesinin anlamsızlığından ortaya çıktı. Mesela Amerika’da hristiyanlar veya başka yerlerdeki Müslümanlar fanatik davranışlarda bulunabiliyorlar. Sanki karanlık çağlara geri dönmüş gibiyiz. “The Cross” konsepti Orta Çağ Avrupa’sında kilisenin kendisine karşı gelen herkes ve her şeyi yıkmasını veya dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneşin çevresinde döndüğünü iddia edenleri yok etmesini eleştiren bir söylemdi aslında.

“The Dreams of Men” duygu yüklü bir albüm. Bu albümdeki duygu yoğunluğunu nasıl yakaladınız? En hızlı şarkılarınızda bile bunu hissetmek  mümkün.
Her şeyden önce müziğimiz kalbimizden geliyor. Genelge “prog” müziğin zihinsel bir tür olduğu iddia edilir. Bizim için ise yapılan müziğin hissedilmesi kişide bazı duyguları uyandırması önemlidir. Biz bu duyguları yazdığımız sözlerde de yansıtmaya çalışıyoruz. Bu nedenle yazdığımız her parça kendi içerisinde bir bütünlüğe sahip. Sanırım buna kısaca içimizden geldiğimiz gibi müzik yapıyoruz diyebiliriz.

“The Dreams Of Men”in yazım ve konsept süreci nasıl geçti?
Oldukça yavaş bir süreçti. Uzun doğaçlama senaslarıyla bir “fikir bankası” oluşturduk ve uzun bir zamandan sonra bunun sonucunda ortaya çıkan en iyi fikirleri şarkılara ekledik. Bazıları tahminimizden çabuk ve kolayca ortaya çıkarken bazıları ise keskin doğum sancıları yaşatarak oluştu. Genelde bestelerimiz uzun aylardan sonra ortaya çıkıyor. Bunlar üzerinde uzun uzun çalışarak ve farklı şeyler deneyerek albümümüzü hazırlıyoruz. Bu sebeple ortaya çıkan albümle ilk başlarda tasarladığımız besteler arasında büyük farklar olabiliyor.

“The Dreams of Men” konsept bir albüm mü? Bu tarz çalışmaların sana göre zorluğu nelerdir?
Tam olarak konsept albüm olduğunu söyleyemem. Albüm daha çok birbirinden çok da kopuk olmayan şarkılardan oluşuyor. Ortak bir lrisel tema oluşturmak başından beri planladığımız bir şeydi. Ama tam bir konsept yapmayarak her şarkıya içimizden geldiği gibi müzikal farklılıklar ekleme fırsatı da bulduk.

Pallas her zaman müziğiyle güçlü resimler çizen bir grup oldu? Etkilendiğiniz yazar veya şairler var mı?
Sözleri genelde Graeme ve ben ortak yazıyoruz ama ikimizin de çalışma ve yaratım süreci oldukça farklıdır. Daha sonra bir araya gelip elimizdekileri değiştirme ve birleştirme süreci başlıyor. Graeme daha çok eski yazarlar gibi yazıyor ve sık sık edebi betimlemeler kullanıyor. Ben ise olaya daha farklı bir açıdan yaklaşıyorum. Dolaylı yoldan yapılan anlatımlar kullanmaya özen gösteriyorum. Birçok yazar severim; ama en sevdiklerimden bir tanesi Alasdair Gray. Kendsinin sürreal tarzı çok hoşuma gidiyor. Pek fazla İskoçya dışından tanınan bir yazar değil ama kitabı “Lanark” muhteşem bir eser.

Müzikal eğitimleriniz var mı? Grup nasıl buluştu bir araya geldi?
Hepimiz kendi başımıza enstrümanlarımızı çalmayı öğrendik. Ancak Ronnie gerçek bir piyano eğitimi aldı. Ben gruba ilk albümleri çıktıktan sonra katıldım ama aslında grubun geçmişi eskiya Graeme’in lise dönemine lise yıllarında arkadaşlarıyla bir araya gelerek oluşturduğu döneme denk geliyor. 1981 yılına kadar gruba birçok eleman girip çıktı. Ben orijinal vokalist Euan Lowson’un yerine 1984’te gruba katıldım. Daha sonra tek değişiklik ise Colin Fraser’in 1998’de orijinal davulcumuz Derek Forman’ın yerine geçmesiydi.

Röportaj yaptığım her kişiye soruyorum RUSH hakkında görüşleriniz neler ve onların “Vapor Trails”, “R30” hakkında neler düşünüyorsun?
Doğru kişiyle konuştuğundan emin olabilirsin. RUSH bana göre tüm zamanların en iyi grubudur. Bahsettiğin çalışmalar bende var ve hatta şimdiye kadar yaptıkları her şeye sahibim diyebilirim. Ancak “R30”u henüz baştan sona istediğim gibi dinleyemedim ama iyi bir çalışma gibi duruyor. “Vapor Trails” tam da aradıkları yeni kan olabilirdi grup için. Çok sert, öfkeli bir soundu vardı. Belki RUSH için farklı olabilir ama ben bu albüme bayılıyorum. Pallas’daki diğer elemanlarda benim kadar fanatk olmasalar da özellikle grubun eski albümlerini beğeniyorlar.

Bugünlerde en çok neleri dinliyorsun kimi beğeniyorsun?
Benim için RUSH. Ama bunun yanında da birçok grubu da severek dinlerim. Diğer elemanların ise zevkleri değişiyor. Sanırım hepimizin çok sevdiği gruplardan birisi DEEP PURPLE. “Black Night”ın sert bir yorumunu sık sık çalıyoruz.

Radiohead, Tool ve Porcupine Tree için neler söylersin?
Ben bir büyük bir RADIOHEAD fanıyım. “OK Computer” gelmiş geçmiş en mükemmel albümlerden birisidir. Çok yaratıcı bir çalışma. “The Bends” de çok iyi. Henüz “Kid A”in içine girebildiğimi söyleyemem. Aynı şey TOOL için de geçerli ama sık sık “Lateralus” dinlemem gerektiğini söyleyenlerle karşılaşıyorum. Gitaristimiz Neil onları çok övüyor. Porcupine Tree’i ise dinlemedim.

Günümüz müzik piyasası ve progresif rock müziğin durumu hakkında neler söylersin?
Piyasada çok iyi gruplar var. Uzun yıllar boyunca önlerine konulan, seri üretim malzemelerden sonra insanlar gerçek müziği keşfetmeye başladı. Progresif Rock’a gelince, sanırım ana akım dinleyicisi bu türün iddia edildiği gibi yeryüzündeki en kötü müzik türü olmadığını anlamaya başladı. Genç progresif rock grupları eskilerden etkilendiklerini gizlemiyorlar. Tabi bu progresif rock’ın liste başı olması ve ticari başarı yakalaması için yeterli değil. Özellikle bizim gibi grupların stadyum konserleri vermesi asla mümkün olmayacak.

Neden progresif rock ana akım bir türe dönüşemiyor?
İçine kolayca girebileceğiniz bir mzikten bahsetmiyoruz. Maalesed bazı grup ve fanların da bunlarda payı var. “Bu müziği herkes anlayamaz.” Tavrı prog’a karşı bir ön yargı oluşturuyor. Ancak bu müziğin belli bir zeka ve seviye gerektirdiği ve sadece dikkat konusunda güçlü olan insanlara hitap edeceği de yadsınamaz bir gerçek. Sanırım bazı insanlar için prog bu nedenle asla doğru bir müzik olamaz. Ancak 70 ve 80’lerdeki büyük grupların başarısı ve bugünün RADIOHEAD ve MUSE gibi grupların yaptıkları müziği iyi bir şekilde sunmayı bildikleri için kitlelere ulaşmayı beceriyorlar.

The Flower Kings, Spock’s Beard sana neler ifade ediyor? Görüşüyor musunuz?
Diğer gruplarla görüştüğümü pek söyleyemem ama İngiliz gruplarını bunun dışında tutuyorum. Özellikle IQ ile çok iyi anlaşıyoruz ama en çok konserlerde görüşme imkanımız oluyor. Dürüst olmak gerekirse gruptan hiç kimse o grupları dinlemiyor. Daha önce beğendiğim Spock’s Beard albümleri oldu. Ayrıca gittiğim The Flower Kings konserinde de çok eğlenmiştim ama evdeysek farklı şeyler dinliyorum.

Amerika ve Avrupa progresif rock müziği arasındaki en büyük farklılıklar neler? İngilizler bu konuda daha sadık gibi…
Amerikalılar neyin progresif olup olmadığı konusunda daha seçiciler. Onlar olaya daha farklı bakıyorlar ve belki de bizim grupları daha ana akım olarak görüyor olabilirler. Ama bizim amacımız da zaten bu düşünceye sahip insanlara ulaşmak olmadı hiçbir zaman. Avrupa’da ise prog sadece rock’ın farklı bir kulvarı gibi. AC/DC ve YES’i, GENESIS ve SYSTEM OF A DOWN’u aynı anda dinlemek mümkün burada. Biz de kendimizi tarzlar arasındaki sınırları kaldırmaya çalışan bir grup olarak görüyoruz.

Türkiye’ye gelmeyi hiç düşündünüz ? Umarım ileride sizi buralarda görme fırsatını yakalarız.
Çok teşekkür ederim. Türkiye’ye gelmeyi çok isteriz. Orada sadece tatil amaçlı bulundum ve çok eğlendim. Profesyonel açam içinde orada bulunmayı isteriz. Son sözüm; umarım sizinle ileride görüşebiliriz.

rockstation@2006