27 Haziran 2014 Cuma

Testament - The Ritual

TESTAMENT  
The Ritual
Thrash'in yavaşladığı yıllar...



        Geçmişe dair düşüncelerimde bu grupla ilgili o kadar çok anım var ki. Bunları sıralasam belki albümden söz edemez ve fazla subjektif cümleler kurmuş olurum. Metallica’nın 1993 İnönü Stadyumu konserine giderken kulağımdan çıkarmadığım kulaklığımdan Testament sesleri geliyordu. Yana yana aradığım “Souls of Black” tişörtünü bulduğumda giyinmiş ve uzun süre üstümden hiç çıkarmamıştım. Yatağa yattığımda şarkıların melodileri benim peşimden geliyor ve uyku tutmuyordu. İlk albüm “The Legacy”, “Practice What You Preach”, “Souls of Black” benim yaşamım olmuştu ve Metallica’nın o herkesçe kabul gören 91 albümü bile bunu pek bastıramamıştı.

      Bu Bay Area thrash gruplarında bir çekicilik mevcut. Exodus, Metallica, Forbidden, Sadus ve Testament o zamanlar kulaklarımı epeyce dolduruyordu ancak 80′lerin bu canavar gibi oluşumları Metallica’nın tek bir hareketiyle sadece bu şehre yönelik thrash gruplarını etkilememişti; aksine neredeyse çoğu grubu etkisi altına almış “…And Justice For All“dan sonra Metallica sözü edilen bu albümü ile thrash dünyasında tartışılır olmuştu. Tartışılması negatif yönden değil daha çok pozitif yöndeydi ve gerek albümün sound’u ve kullanılan o tonlar dikkati çekmiş, hızlı partisyonlar yerine daha yavaş ve ağır bir hava hakimdi şarkılara. Sırf bu yüzden Metallica dışında başta Testament ve Megadeth olmak üzere Overkill v.b topluluklar da bundan nasibini almış ve büyük bir değişimi kabullenmiş oldular. Neydi bu değişim? Açıkça soundların değişimi ve şarkıların ağırlaşmasıydı. Bununla birlikte karanlık albümler de birbiri ardına geldi. O dönemlerde çoğu kişi ve müzik eleştirmenleri bu durumu eleştiriyordu fakat bana göre hava hoştu. Nedeni ise bu yaratılan soundun oldukça etkileyici ve karanlık olduğuydu ve Testament işte bu dönemde “The Ritual”ı yarattı.


      Testament zaten “The Legacy“, “The New Order” ve “Practice What You Preach” ile bu dünyada var olacağını çoktan kanıtlamıştı ve “Souls Of Black” ile grubun tercih edeceği o tonlamalar ve sertlik dozajı çok iyi ayarlanmıştı, zamanlaması mükemmeldi. Davuldan gelen o ağır tok sesler, usta gitarist Eric Peterson’un birden patlayıveren ve yağ gibi giden o ritimlerine karışıyordu. “Souls Of Black” beklenen performansı gösterememişti ama yukarıda belirttiğim değişim ile “The Ritual” bazı dinleyicilere ilaç gibi geldi.

     “The Ritual” özünde safkan thrash metal albümü değildir. Kısmen bunu engelleyen düşünce ise bu albümün genel heavy metal kalıplarından daha çok yararlandığı, geleneksel taraflardan beslendiği açık olan kendi halinde bir albüm olduğuydu. Müzik medyası bu düşünce ile bu çalışmayı Metallica’nın 91 albümünün ardından kötü bir kopya olarak niteledi. Bunun sebebi çok açıktı. Eğer bir değişimi sürdürüyorsanız mutlaka başka gözler size bakıyor dikkatle inceliyordu.

     Testament üstüne aldığı bu düşünceyle fazla oyalanmadı ve o günkü röportajlara bakıldığında gerek Chuck Billy’nin ya da diğer elemanların söylediklerine göz gezdirdiğinizde medya karşıtı bir tavır alındığı da aşikardı. Albüm direkt olarak hayranları ikiye bölmüş ölümüne thrash hayranları için bir kayıp, ama öbür yandan sadık ve düşüncesi açık hayranlar için ise bir kazanç olarak nitelenmişti. “The Ritual” şöyle kabaca bakıldığında o zamanki thrash gruplarının çıkardığı albümlerden kat be kat daha karanlık ve ağır bir albümdür. Eric Peterson’un ritim gitarları kasvet veren bir yapıya sahipken Alex Skolnick'in çaldığı sololar da hem duygusal ve iç acıtıcıdır. Sözleri ise çok güçlüydü. Sanki bu dünyanın üzerine çökmüş yalanın dolanın, eşitsizliğin hesabını sorar gibiydiler.

     Alex Skolnick’in çok nefis bir solo attığı Electric Crown genel olarak iyi bir şarkıydı ancak dediğimiz gibi negatif eleştirilerin ardı arkası kesilmiyordu. Genel olarak bir yumuşama havası şarkılara sinmişti ve ardından gelen So Many Lies ise lirikleriyle her ne kadar sistemden hesap sorar gibi görünse de öbür taraftan thrash metalden oldukça ödün verilmişti. Böyle yazdığım için benim de böyle düşündüğümü zannetmeyin, ben objektif düşünceleri de yazıyorum, yoksa benim için mükemmeldir bu kayıt. Müzik ise bir Black Sabbath karanlığını yaşatıyordu. İç sıkıcı, kasvet ve ağır havası vardı bu şarkının. Chuck Billy’nin “who are you?” derken yaşattığı o hesap sorma havası şarkının genel havasına hakimdi ve bu muhteşem bir birliktelik sunuyordu dinleyiciye. Albümle aynı adı taşıyan ve o mükemmel kahkaha seslerinin olduğu şarkı ise tek kelimeyle harikaydı. “The Ritual”ın belki de içerisinde en çok sevildiği beste ise Return To Serenity idi. Yalnızlığı suratınıza çok iyi vuran bunun gibi güçlü bir şarkı az bulunur. İşte bunun gibi şarkılar o güne kadar Thrash Metal icra etmiş bir grubun yarattığı derinlikli hadiselerden birisidir. İşte o günlerden sonra Heavy Metal böylesine derin kazanımlarla buluşmuştur.
“The Ritual”da sadece bu tarz şarkılar yoktu, aralara gizlice sokulduğu belli olan ve eski dönemlerini hatırlatan Let Go of My World ve Agony gibi güçlü şarkılar da vardı. Bu çalışmanın geneline yayılan unsurlardan biri de Alex Skolnick’in varlığıydı. Her şarkıya derinlemesine inen o güçlü sololarıyla ve dehşet melodik düzenlemelerle muhteşem bir performans gösteriyordu. Ayrıca bu albümde sadece solo da çalmamış Eric Peterson ile yer değiştirerek ritim gitarda da ustalığını sergilemiştir.


    Testament’ın bu albümü zaman geçtikçe küçük bir klasik olmuştur. Özellikle her grup elemanının sergilediği profesyonel tavır bestelerin derinlikli olmasını sağlamış ve o güne kadar blues’dan pop müziğe birçok sanatçı ve solo artist ile çalışan usta prodüktör Tony Platt ile de iyi geçirilmiş ve efsanevi bir kayıt yaratılmıştır. “The Ritual”a ait düşündüğüm önemli bir ayrıntı da bu albümü dinlemeye başladığınızda sonuna kadar gelmeden kapatamadığınızdır. Gerçekten de böyle bir his veriyor size. Testament benim için ilk dönemleri ile vazgeçilmezdir, ama bu albümü defalarca dinlediğimde böyle bir derinliğin bir daha zor yaratılacağının da farkına varmışımdır.

24 Haziran 2014 Salı

Folk & Rock - 2

BEN HARPER
By My Side
Virgin / EMI


Plak şirketi Amerikan folk müzisyeni Ben Harper için mükemmel sayılabilecek bir retrospektif albüm hazırlamış. Kendisini bilen biliyor savıyla yaklaşmaktan ziyade bu değerli müzisyeni genç kuşaklara tanıtmak için bundan iyi bir fikir olamazdı. Harper, akustik-folk tınılarının yanında rock, blues, gospel, reggae ve funk sentezini de ustaca sergileyen bir şarkı yazarı olduğundan bu türün dinleyicilerini de zaten bir şekilde tavlamış durumda. “Welcome to the Cruel World” ile başlayan yolculuğunda etnik müzik sanatçılarıyla buluşmaktan da çekinmedi ve bir sürü isme eşlik etti. “By My Side” ilk albümünden başlayarak her çalışmasından birer ikişer şarkı düzeneğiyle oluşturulan bir çalışma. “Forever”, “Diamonds on the Inside”, “Morning Yearning” ve bir hüzün klasiği “Happy Everafter In Your Eyes” gibi klasikleşmiş çalışmaların bulunduğu bu albüm Harper sevenlerinden ziyade onu ilk defa tanıyacaklar için bulunmaz bir fırsat. Tracy Chapman, John Mellencamp, Bob Marley seviyorsanız…


PETER BUCK 
Peter Buck  
Mississippi Records


R.E.M.’in dağılması Peter Buck için sebep olmuş ve geçmişte yaptığı etnik müzik etkili Tuatara projesi dışında Hindu Love Gods ve The Minus 5’ın yanına bu yeni çıkan solo albümünü de yerleştirdi. İlk önce vinyl kayıt olarak piyasaya sürülen albümdeki şarkıların kısmen R.E.M. ile hiçbir yakınlığı bulunmuyor. Peter Buck bazı şarkılarda eski dönem R.E.M.’in sert garage rock şarkılarından ve psychedelic rock’ın o uçsuz bucaksız yollarından epeyce feyz almış görünüyor. Enstrümanlardaki ve efektli vokallerdeki kirli tonlamalar bu albümün “sleazy garage rock” tarafının en büyük kanıtı durumunda. Bu yolda Peter Buck yanına Corin Tucker, Mike Mills, Lenny Kaye ve eski arkadaşlarından Scott McCaughey’i alarak devam etmiş. Dinleyiciler sadece albümün ilk şarkısı “10 Million BC” ve “It’s Alright”a bakıp da bunun tümden bir punk/garage rock albümü olduğunu zannetmesin, çok değişik besteler de mevcut. 


SERA CAHOONE
Deer Creek Canyon
Sub Pop


Sera Cahoone eski bir Band of Horses elemanı –ilk albümlerinde davul çalmışlığı vardır.- ve bir country/folk etkilenimli indie folk şarkıcısı. Bir şarkı/şarkı yazarı ailesinden gelmesi ve bestelerinin indie folk tanımı içerisinde lo-fi gibi tanımlamalara uğraması da cabası. Daha genç yaşında hem de üçüncü albümünü çıkardığı bu zamana dek Son Volt, Lucinda Williams, Band of Horses ve Okkervil River gibi isimlerle turlaması da takdire şayan. 2005 yılı ilk albümü sakin bir folk albümüydü, son çıkardığı “Deer Creek Canyon”da ise pek fazla değişikliğe gidilmemiş gözüküyor. Akustik pasajlar, banjo ve türevi enstrümanlarla Amerika kıtasının ve kendi iç dünyasının hikâyelerini sunmuş dinleyenlerine. Ancak albüm çok geleneksel bir müzik ihtiva etmiyor. Band of Horses, Beth Orton dinleyicilerine şiddetle tavsiye edilir. Kendisinden bir “Naked” mutlaka dinlenmeli. 


TIFT MERRITT 
Travelling Alone
Yep Roc


Moda kaygısı taşımayan ve popüler melodilere yelken açmayan bir alternatif country sanatçısı. İlk albüm “Bramble Rose”daki “Virginia, no One can Warn you” ile ilk çıkışını country listelerinde gösterdi ve şansı açıldı. Sesindeki ve söyleyiş tarzındaki Emmylou Harris tınıları çok belirgindir. Sonradan gelen “Tambourine” ve “Another Country” albümleriyle de kitlesini oldukça genişleten Merritt, “Travelling Alone”da country tınılarını bir parça geriye taşıyıp biraz daha alternatif melodilere kucak açmış gözüküyor. Country müzik listelerinde de çok başarılı olan bu kayıt son dönem country/folk eserlerinin en iyilerinden birisi. Bu tarz müzik seviyorsanız ve ucundan kıyısından indie folk –Iron & Wine’ın desteklediği düşünülürse-  bile dinliyor olsanız bu Amerikan kadın türkücünün söyledikleri size hiç yabancı gelmeyecektir. 


TREY ANASTASIO 
Traveler
Rubber Jungle


Bir sürü müzik türünü bir potada eritebilen eşsiz gruplardan birisi olan efsanevi topluluk Phish’in asıl has adamından bahsediyoruz, Trey Anastasio. Bugüne kadar çok fazla solo albümü çıkmadı fakat jam rock’tan tutun progressive rock, jazz, pop, funk, fusion, alternatif işlerden deneysel takılmalara değin her şeyden feyz almış bu müzisyen “Traveler” albümünde yine bildiği yoldan şaşmıyor. Bu sefer fazla sert olmayan funk öğeli besteler ile rock’ın saf hallerini önümüze sunmuş. Fazla dumanlı hayat yaşayan kendisini özellikle Phish fanları çok beğeniyor ve konserlerde kendisinden geçiyor. “Traveler” albümü belki çok fırtına koparmayacak ama yine de doğru yere doğru zamanda ulaştığı kesin.


MARK KOZELEK
Like Rats
Caldo Verde Records


Red House Painters ve Sun Kil Moon’dan tanıyabileceğiniz günümüzün depresif müzisyen profillerinden bir tanesi Kozelek. Red House Painters ile gerçekleştirdiği üzgün folk anlayışı sadcore gibi türün çerçevesini yaratmada oldukça pay sahibiydi ve sonra April ve Admiral Fell Promises gbi çalışmalarla akustik dünyaya yelkenlerini açtı. Like Rats naylon bir gitarla çalınmış ve başka başka grupların şarkılarının yorumlarından oluşan safi bir akustik çalışma. Kozelek’in böyle yorumlama merakının olduğunu geçmişteki çalışmalarından dolayı biliyoruz ancak bu albümde şarkılar oldukça kısa tutulmuş bir çırpıda başlayıp bitiveren besteler haline gelmiş. Elliott Smith, Jeff Buckley, Nick Drake gibi üzgün ozanların yolundan gidiveren Kozelek albümüne isim veren şarkıyı Godflesh’ten seçmiş. Danzig, The Misfits, Genesis, Josh Turner, Ted Nugent ve The Descendents şarkılarını kendine has üslubuyla bazen gitarından flamenko melodilerine yelken açarak seslendirmiş. Bundan önce geçtiğimiz sene içerisinde Among the Leaves adlı solo albümünü dinlediğimiz Kozelek, bu albümdeki Young Girls, Silly Girl, I Killed Mommy ve Time Is Love gibi şarkılara hüzün kusarak canlandırmış, öyle bir hissiyat yaratmış. Diskografisini bu çalışmayla daha da zenginleştiren sanatçının günümüz depresif folk müziğinde lider konumda durması tesadüf değil. 


SON VOLT
Honky Tonk
Rounder Records


Alternatif Country’nin kült grubu Uncle Tupelo’nun yıllar önce doğurduğu mükemmel bir topluluk. Jeff Tweedy bu aileden çıkıp Wilco’yu kuruyor ve arkadaşı Jay Farrar ise Son Volt’a can vererek bu müziği layığıyla icra etmek için kolları sıvıyorlar. En son 2009’da American Central Dust albümünü dinlediğimiz Son Volt 4 sene aradan sonra Honky Tonk ile Amerikan hikâyelerini anlatmaya devam ediyor. Son Volt’un müziği Wilco’ya göre daha kök bir yapıya sahip ve geleneksel rock müziğe daha bağlı. Bu bağlamda My Morning Jacket’tan da keskin çizgilerle ayrılıyorlar ancak R.E.M.’in uçsuz bucaksız buram buram Amerika kokan taraflarını da hatırlatıyorlar. Albüm kariyerlerinde Straightaways gibi çok üst düzey bir albümü de barındıran bu mükemmel topluluk, Honky Tonk’da klasik çizgisini bozmayarak hatta daha da ileri gidip geleneksel Amerikan müziğine Country’e bağlılıklarını sergiliyor ve bu uğurda da şarkılarında yaylı enstrümanlar kullanmaktan çekinmiyorlar. Jay Farrar’ın şarkıları hisli, sade ve süssüz yorumlaması müzikal gidişatın o minimalist tarafına o kadar uymuş ki şarkıları dinlerken gerçektende çok zevk alıyorsunuz. Wild Side, Down The Highway ve Bakersfield gibi insana hayat veren şarkıların olduğu bu albüm bana göre yılın-2013- en iyilerinden biri olabilir. Kusursuz bir çalışma. 

22 Haziran 2014 Pazar

Funeral - Tragedies

FUNERAL
"Tragedies"
1995

Bir umut var mı?

       İnsanı üzmek kolaydır. Bir duygunuza darbe yemişseniz, benliğinize farklı taraflardan gelen o yumrukları savuramamışsanız ve kendi içinizde hissettiğiniz o soğuk duyguları yoldan geçerken yanınızda bırakamıyorsanız hayat karşısında o kadar da şanslı değilsiniz demektir. İnsan bazen güçlü olmak istemiyor belki de bu duyguyu kendinde bulamıyor ve bir şekilde koyveriyor kendisini yaşamın kucağına… Bir kötülüğü savuşturamamış, aldatılmışlığı yaşamış, yalnızlığın getirdiği o hissiz ve kaskatı duyguların esaretini bünyesinde hissetmiş ve bu şekilde yara almış duygusuna bu değişmez hisleri yaşatabilmiş insan, hayatın karşısında gücünü gittikçe kaybeden bir canlıya dönüşmüştür.
        Hayatımızın bir kısmında bu duyguları elbet yaşarız. Gücümüzü kaybederiz ve bir melodiyle de olsa yaşadıklarımız bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçer. “Tragedies” işte bu duyguları hissetmemize hem şahit oluyor hem de insanı bu derece soğuk ve kaskatı yapan bu sesler iç dünyamızın fotoğrafını çekiyor, yüzümüze tokat vuruyor. Kendi resminle başbaşa kalıyorsun. Bir umut var mı?
 
Einar Andre Frederiksen
Doom Metal ya da Funeral Doom fark etmiyor. O ritim gitarın ağır ve karanlık tarafı her zaman bir çekici gelmiştir bana. Black Sabbath etkisinden midir bilmem, Candlemass vb. grupları da oldukça ilginç ve çekici bulurum. Hatta bir dönem Theatre Of Tragedy’nin “Velvet Darkness They Fear” adlı başyapıtının sözlerini edebi bulup müziğini de sanki doom metalmiş gibi dinlediğim zamanlarda olmuştur. Norveç’ten filizlenen Funeral ise bu müzik türünün nasıl olduğunu, nasıl olması gerektiğini, bir albümün nasıl Doom, ya da Funeral Doom Metal olacağını çok keskin çizgilerle çizmiştir. Tıpkı Thergothon gibi Skepticism gibi Funeral da bu müzik türünün klas yönünü temsil ediyor ve ilk demosu “Tristesse”de olduğu gibi yoğun bir bitmişlik duygusunu şarkılarına yansıtıyor. “A Poem For The Dead” başladığında o buz gibi gitar tınıları sizi eve davet eder ve duygularınızı ele geçirir.
Christian Loos

1994-1995 yıllarında Doom ve Funeral Doom türlerinde neredeyse en yetkin örnekler verilmiştir. Skepticism “Stormcrowfleet”i, Thergothon ise “Stream from the Heavens”ı çıkarmıştır ve Funeral ise “Tragedies” ile başarması zor bir konum yakalayarak türün en iyilerinden birisi olmuştur. Bu çalışmada çok önemli gördüğüm birçok nokta mevcut. İlk olarak kadrodan bahsetmek istiyorum. Toril Snyen, “Tragedies” albümündeki kadın vokal görevini oldukça başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş. Öyle ki, kaskatı bir şekilde dinlediğiniz bu şarkılarda sanki edebi bir metin okuyormuş gibi eski dil telaffuzlarını da soprano vokallerine yansıtarak muhteşem bir performans sergilemiştir. Bunun dışında şu an artık hayatta olmayan 2003 yılında intihar etmiş vokalist-basçı “Einar Andre Frederiksen” ve 2006 yılında intihar yüzünden kaybedilen gitarist “Christian Loos”un bu albümü başarılı bir şekilde sırtlayışlarıdır.

Bu iki müzisyenin neden intihar ettiği konusunda ise pek bir bilgiya sahip değilim ama grubun şarkı sözlerini incelediğimde ve Norveç’in o karanlık ve depresif doğasını hatırladığımda bunun neden olduğunu az çok kestirebiliyorum. “Tragedies” albümündeki kadın vokaller sizi nasıl ki hüzünle karışık bir umuda yolluyorsa, neredeyse her şarkının başlangıcındaki o gitar melodileri de melankolik düzeyi yüksek şarkılara da iyi bir cila oluyor. Gırtlaktan gelen o vokallerin sahibi Einar gerçekten de rahatsız edici bir vokal anlayışı sergiliyor. Grubun bu albümündeki lirikal yönü ise direkt olarak aşk için karamsarlığa düşme, yalnızlık, üzüntü, inançlar ve genel olarak ümitsizlik hakkında. “Tragedies” size türün diğer gruplarının yaptığı gibi hipnotik duygular, dâhiyane melodiler vermez, ancak basit geçişlerle ve noktalara temas eden zeki nüanslarla sizi etkisi altına alır. İlk önce o soğuk ve hissiz klasik gitar melodileriyle sizi yumuşatır, Toril Snyen’in meleksi vokalleriyle belli bir his dünyasına yöneltir. Ardından ise uçsuz bucaksız bir dünya bahşeder.

Gerçekten de bu grubun edebi bir yönü olduğunun kanısındayım. Liriksel düzenlemeler sanki bu yönde… Seçilen fotoğraflardaki o hüzünlü tasvirler ise çok ilgi çekici. Sanki orta çağ zamanında bir yerlerden geliyor. “Tragedies” artık bu türü yakın takibe almış dinleyiciler tarafından kült statüsüne eriştirilmiştir. Bu tarzın artık çok yenilik içermemesi en önemlisi kendisini yenileyememesi birçok dinleyici tarafından eleştiri konusu da olabilmekte ancak geçmişte çıkarılmış bu ve bunun gibi nadide yapıtların uzun senelerce dinlenecek olması da bir artı olarak görülebilir. Çünkü çoğu kişi tarafından kabul görmüş bir tarzdan bahsetmiyoruz. Doom ya da Funeral Doom Metal müziğinin hangi karakter yapılarına sahip olduğu biliniyor ve bunu bilerek kişi de bazen buna ön yargı ile buna bakabiliyor, eleştiriyor. Bu albümde de bahsettiğim özellikleri bünyesinde taşıyan nitelikler mevcut ancak bu en üst kalitede olduğu için tarzın en yetkin örneklerinden birisidir diyebiliyorum.


      “Taarene” adında Norveççe bir şarkıyla başlayan bu albüm beste içerisindeki gitar sololarıyla ve klasik gitar geçişleriyle farklı bir kimlik taşıyor. Aynı şekilde ikinci şarkı “Under Ebony Shades”de ise hemen girişteki klasik gitar ve Toril ninnisiyle de üstünden karamsarlık fışkırtıyor. 14 dakikalık “When Nightfall Clasps” ise “Tragedies”in en devasa şarkısı. Ağır ritimleriyle, karizmatik girişiyle çok ilgi çekici. Viyolin destekli girişiyle depresif bir örnek sunan “Moment In Black” ise oldukça melankolik bir beste. Şarkılar genelde çok uzun fakat birbirini tekrar eden melodiler fazla yok. Bu açıdan da müzikal yönden olumlu sözler söyleyebiliriz.

        “Tragedies” için My Dying Bride’ın yaptığı gibi keman destekli, viyolin destekli bir şey düşünülebilir miydi diyorum ama sonra bu düşüncemden vazgeçiyorum. Çünkü çıplak olarak bu albüm her şeyiyle mükemmeldir. Hayatımızı ümitsizlikler, karamsarlıklar çepeçevre sarmış ve bir melodiyle de olsa bu duygusal insanları hüzne sürükleyen onlarca şarkı, onlarca grup var. Funeral bu topluluklardan sadece bir tanesi. Şarkılar ve trajediler, evet belki bir şekilde melankolik yönümüzün açığa çıkmasına yardımcı oluyor ama şu da var, bu karamsar melodiler insanı ilginç bir şekilde hayata karşı dimdik ayakta tutuyor. Norveç’te yaşasaydım bundan farklı düşünür müydüm bilmiyorum. Çaresizlik, gözyaşları ve trajediler… Öznelden gelip evrenselliğe uzanan o sözler…


Einar Andre Frederiksen ve Christian Loos anısına…

19 Haziran 2014 Perşembe

Folk & Rock - 1

Rokia Traoré
Beautiful Africa
Nonesuch Records


        Afrika’nın Mali ülkesinden hayat dolu bir kayıt. Boubacar Traoré, Ali Farka Touré ve Oumou Sangaré gibi Mali orijinli müzisyenleri her zaman çok sevmişimdir. Kulağa gelen tınılar öylesine güçlü ve öylesine ruh dolu ki kendisinin müzisyenliği dışında vokallerde gösterdiği başarı ise takdire şayan. Rokia, vokalist olmasının yanısıra iyi bir şarkı yazarı ve gitarist. Afrika konserlerinde olsun ve diğer yerlerdeki konserlerde diğer etnik müzik icra eden sanatçılarla da iyi bir ilişki içerisinde. Dünya için ve kadın hakları için yararlı organizasyonlarda da yer alan sanatçının Beautiful Africa adlı albümü bundan bir önceki çalışmasından tam 5 sene sonra piyasaya sürüldü. 
          Mouneissa adlı ilk çalışmasını takiben Traoré, Wanita ve Tchamantché adlı albümleri belli bir başarı grafiği yakaladıktan sonra Nonesuch tarafından çıkarılan bu albümde Mali ülkesinin o pozitif melodilerini tekrardan bizi buluşturdu. Vokal ve gitarlarda Traoré’nin yer aldığı albümde İngiliz müzisyen John Parish’de misafir olarak yer alıyor. Bütün şarkıların yine Traoré tarafından yazıldığı, Bambara dilinde söylendiği ve İngiltere’de kaydedilen bu albümde öncelikli olarak Kouma, Ka Moun Kè ve Mélancolie şarkıları dikkat çekiyor. Etnik müzik seviyorsanız, dünya müziği sizi sarıp sarmalıyorsa bu funky şarkılara kayıtsız kalmamanız önerilir. 



RUTH MOODY
These Wilder Things
True North Records


        Hep Amerikalı folk sanatçıları tanıtacak değiliz ya bu sefer yönümüz daha kuzeye Kanada taraflarına gidiyor. Great Lake Swimmers gibi çok başarılı bir indie folk grubunu çıkaran ülke şimdi de genç Ruth Moody’i bize sunuyor. Moody aslen The Wailin’ Jennys adlı bir bluegrass/folk üyesi ancak hem solo çalışmaları hem de diğer sanatçılarla düet şeklinde ortaya çıkan eserleri de mevcut. These Wilder Things kendisinin ikinci solo albümü ve bu çalışmada iki adet sürpriz bizi bekliyor. Bunlardan birincisi Pockets adlı çalışmada Mark Knopfler’ın gitar ve vokali ile yer alması diğeri ise bir Bruce Springsteen şarkısı olan Dancing In The Dark’ın Moody tarafından folk tarzında yorumlanması. 
       Albümün geneline baktığımızda akustik enstrümanların bestelerde ve albümde çok yoğun kullanıldığına şahit olmaktayız. Yer yer yaylı enstrümanlarla desteklenen bu yapı çok nadir olarak elektrik gitar ile süslenmekte. Çok naif, eklektik olmayan, Amerikan ve İrlanda folkundan örnekler sunan ağır ve oldukça düz bir albüm These Wilder Things. İnsanlar arasındaki duygusal bağları kuvvetlendirmede oldukça rol oynayabilecek bu çalışma Miranda Lee Richards’ın Light of X adlı albümüyle de akrabalık bağları içerisinde durmakta. Yılın kendi tarzında en başarılı kayıtlarından.  


CRISTINA BRANCO
Alegria
Universal Music


      Portekiz müziği fado’nun tecrübeli temsilcilerinden olan Cristina Branco müziğe ilk başladığı yıllarda geleneksel fado’yu usulüyle icra ederek başarılı albümlere imza attı ve daha sonra kendisini albümlerinde jazz ve tango tarzındaki çalışmalarda da gördük. Portekiz dışında özellikle Fransa ve Hollanda’da çok büyük bir ilgi gören Branco, Não há só tangos em Paris adlı sentez albümüyle tango’ya göz kırpmış, hemen ardından gelen Alegria albümünde ise piyanolu fado çalışmalarına geri dönmüş bulunmakta. Bu albümün bir özelliği de şarkı isimlerine baktığımızda her bir şarkının bir kadın karakteri temsil ettiğini görmekteyiz. Cândida, Miriam, Deolinda, Aurora, Louise ve Carolina gibi karakterler üzerinden liriksel temalarının yaratıldığı bu güzel albümde Cherokee Louise adında bir Joni Mitchell yorumu da bulunuyor.              Piyanolu fado çalışmalarını Branco özellikle çok iyi yorumluyor ve Alegria albümünde Construção adlı bestede vals ritimleriyle buluşan o melodiler albümün gidişatını bir anda etkiliyor ve devamında ise bambaşka müzikal fikirlere gebe kalıyor bu albüm. O Lenço Da Carolina, Cândida ve Deolinda gibi şarkıların bu albüm için ne kadar önemli çalışmalar olduğu su götürmez bir gerçek ancak bir diğer önemli nokta da Branco’nun Corpo Iluminado adlı albümünden sonra gerçekleştirdiği en mükemmel çalışma da olabilir bu. 


MARIA ANA BOBONE
Fado & Piano
Capa Branca


      Maria Ana Bobone genç kuşak fado yorumcuları arasında en farklı konuma sahip isim. Diğer fado yorumcularının çoğu ya sokak şarkıcılığından ya da belli bir eğitim alıp da bu işi sergileyip klasik fado yorumunu dinleyiciye sunarken Maria Ana Bobone ilk vokal çalışmalarına kilise korosunda başlamış. Gotik katedrallerde şarkı söyleyerek ve çıkardığı albümlerdeki yorumlarında da hep bu barok etkiyi üzerinde taşımış bir isim. “Luz Destino”, “Senhora da Lapa” ve “Nome de Mar” albümleri hep bu tarzda oluşturulmuş yapıdayken son çıkardığı “Fado & Piano” ise gelenekselleşmiş klasik fado yorumlarından ziyade bu eserlerin klasik müzik ve piyano çerçevesinden yorumlarına yer vermektedir. 
     Etnik fado müziğinin çok ciddi enstrümanlarca yorumlanmış olması ilk değil, ayrıca ustalık isteyen bir iş ancak Maria Ana Bobone genç yaşına rağmen büyük bir ustalıkla bu işin altından kalkmayı becermiş. Cristina Branco’nun çıkardığı “Fado Tango” isimli albümüyle benzerlikler taşıyan bu çalışmayı türün sevenlerine öneririz. Ayrıca Bobone’nin sesini beğenip de geleneksel fado dinlemek isteyenlere de sanatçının “Nome de Mar” adlı albümünü dinlemelerini de salık veririz.


 
 IRIS DeMENT
Sing the Delta
Flariella


    Iris DeMent Amerikan folk şarkı yazarları arasında bir markadır ve şarkıcılığı ile 90’lı yılların başlarından beri adından söz ettirir. Ancak bu kadar az albüm çıkarmasına ve albümleri arasında yıl farkının bu kadar fazla olmasına karşın insanlar onun şarkılarıyla hüzünlenmeye devam ederler. Mark Knopfler, Chuck Leavell gibi isim yapmış müzisyenlerle de çalışan DeMent, ilk albümü “Infamous Angel” ile kült statüsüne erişmişti. 2004 yılında çıkan “Lifeline” albümü sonrası kayıplara karıştı ve tam 8 sene sonra onu folk listelerinde fırtına gibi esen “Sing the Delta” albümüyle yeniden dinleyebiliyoruz. 
     Üzerinde Emmylou Harris’in yoğun olarak etki taşıdığını belirtmemiz gerek ve bu albümde klasikleşmiş Amerikan folk’undan ziyade daha eski tarz country’e dönük duygusal çalışmaların var olduğunu söyleyebiliriz. Sesinden hiçbir şey kaybetmemiş, eski duygu yoğunluğunu da koruduğunu söylemekten çekinmeyeceğimizi de belirterek bu albümü folk çalışmalarından hoşlanan dinleyicilere öneririz.

babylon magazin @ baha

12 Haziran 2014 Perşembe

Çağrı Tozluoğlu Röportaj

ÇAĞRI TOZLUOĞLU RÖPORTAJ

Kendisi İngiliz Progresif Rock grubu Karnataka'nın klavyecisi olup grubun yeni albümü için çalışmalarda bulunmakta...

1 Öncelikle Karnataka ile beraber olmandan mutluluk duyuyorum. İngiltere maceran başlamadan önce İstanbul’da Timecrash ve Mavera isimli topluluklarda bulundun. O yıllar nasıldı? Bir müzik eğitimin var mı?

 Müzikle çok küçük yaşlardan beri uğraşıyorum. Bununla daha ileri yaşlardan beri uğraşan yok malum. :) Ortaokul yıllarımda memleketim Akşehir'de çeşitli tarzda müzikler yapan okul gruplarında ve korolarda çaldım. O yıllarda çok fazla Vangelis, Kitaro ve bizden Fahir Atakoğlu gibi klavye/piyano ağırlıklı müzik yapan fakat türlerinin sınırlarını esneten müzisyenleri dinliyordum, belki New Age'e yakın türler de denilebilir. Klavyenin üzerindeki 16 kanallı sequencer'la dinlediklerime benzer kayıtlar yapmaya çalışırdım. İstanbul macerası benim yatılı fen lisesine gelmemle başladı. Bu nedenle uzun bir süre enstrümanımdan uzakta kaldım. Okuldan kaçıp Kadıköy Pasajındaki bir müzik mağazasına gider orada piyano çalışırdım.  Timecrash grubu İstanbulda benim üniversite yıllarımda ve sonrasında Koray Dinçalp ve Ozan Oğuz ile birlikte emek verdiğimiz öncelikli olarak uğraştığım müzik projemdi. Oldukça tutkulu bir gruptu, konsept proje üzerinde müzik yazımıyla ve kayıtla ilgili birçok şeyi birlikte öğrendik. Bunun yanında üniversite döneminin verdiği garp yoğunluklar ve eleman arayışları vardı tabi. Bunun yanı sıra birçok başka türde müzik yapan gruplarla birlikte konserler verdim, yan projelerde rol aldım, Hilal Aslı ile çalıştığım Mavera bunlardan birisidir. Üniversite yıllarımda mümkün olduğunca özel derslere ve kurslarla performans ve kompozisyon yeteneklerimi geliştirmeye çalıştım. Kısa bir süre klasik müzik ve daha sonra jazz piyano ve teori dersleri aldım. Her ne kadar ikisi de hiçbir zaman istediğim seviyelere ulaşamadıysa da müziğe bakışımı önemli ölçüde etkiledi ve çalışma disiplinime katkıda bulundu.

2 Türkiye ile İngiltere’yi müzik ekipmanları, stüdyolar ve insanların müziğe bakışları açısından tartabilir misin? Sence İngiltere’de müzikle uğraşmak nasıl bir duygu?

İngiltere’de bence en önce bahsedilmesi gereken fark insanların müziğe ve müzisyenlere yaklaşımları. Her ne kadar bunda ekonomik faktörlerin yeri büyük olsa da sokaktaki ortalama insan müzikle çok daha fazla içli dışlı. Bizim konserlerimizde yüzlerce kilometre yol tepen insanlar oluyor. Diğer Avrupa ülkelerinden, Amerika'dan ve hatta Japonya'dan bizi izlemeye gelenler oldu geçen seneki turlarımızda. Bu yılın başında Karnataka ile ilk turnemizde kuş uçmaz kervan geçmez diyebileceğimiz yerlerde çok güzel salonlarda konserlerimiz oldu. Ben başta böyle bir yerdeki salona birilerinin gelebilme ihtimali konusunda endişeliyken, konser saati yaklaştığında salonun doldurduğumuzu görmek beni epey şaşırtmıştı. Seyirciler desteklerinin beğendikleri müziğin sürdürülebilmesi ve onu icra edenler açısından ne kadar önemli olduklarının farkındalar. İkinci soruna gelirsek. Burada çeşitli ekipmanlara ve bunların gerektirdiği servislere ulaşmak daha kolay. Bu benim gibi işi biraz daha müziğin teknolojik yanına yakın olanlar için epey bir rahatlık sağlıyor tabi.

3 Seni İngiltere’ye yönlendiren neydi ve Karnataka ile nasıl buluştun? Ian Jones’un bunda payı var mıydı?

Ben aslında eşimin doktorası için Londra'ya taşındım, tam anlamıyla hayatımda bir dönüm noktası oldu. Buraya geldiğimden itibaren aralarında çok önemli isimlerinde olduğu birçok grupla çalıştım. Daha sonra Karnataka'nın İnternet'e koyduğu bir ilana cevap verdim. Birlikte stüdyoya girdik ve sonra gruba kabul edildim.

4 Senin müzikal beğenilerine göre düşünürsek Karnataka müziği senin bakış açına göre senin için nerede duruyor? Beğenilerinle örtüşüyor mu? Karnataka müziğini daha önce biliyor muydun?

Genel olarak progressive rock/metal dinliyor olsamda aslında epey geniş bir spektrumda müzik dinleyen biriyim. Benim için müzik biraz bilmediğim görmediğim yerleri merakla gezmek gibi. O nedenle klasik, jazz, elektronik ne olursa olsun deneysel çalışmalar yapan müzisyenlerin eserlerini çok heyecanlandırıcı buluyorum. Halk müzikleri de, türküler de dinlerim yeri gelince. Pop müzik ve türevlerinin var olmalarına ve sanattan ziyade sermaye ile ilişkili olmalarına fikir olarak karşıyım, pek de dinlemem.

Karnataka'nın müziği yukarıda bahsettiğim birçok elementten besleniyor. The Gathering Light üzerinde çok çalışılmış bir albüm, progressive rock altyapısının üzerinde çok güzel işlenmiş orkestral düzenlemeler, etnik müzik ögeleri ve beni en çok kendine bağlayan derin ve detaylı atmosferik bir sound var bu albümde. Bunda Ian'ın müziği albüme iki albüm arasındaki uzun sürede ince ince sabırla işlemesindeki başarısının rolü büyük. Bence Ian grubun korucusu da olarak Karnataka'nın soundunun merkezini oluşturuyor. Enrico'nun gitarının ve müziğe bakışının da The Gathering Light albümünün sounduna etkisi azımsanamaz. Albümdeki müzisyenlik kalitesi de çok üst seviyede. Ian şahane melodik bass partileri yazan biri. Enrico'nun gitaristliği enstrümana hakim olmaktan ötede bir noktada, hergün karşılaştığınız gitaristlerden değil, enstrümanıyla kendi ruhunu tek parça etmiş kesinlikle dikkat edilmesi gereken bir gitarist. Karnataka'yı Türkiye’deyken duymuştum fakat İngiltere'nin kendine has bir müzik ortamı var. Grubun kitlesini büyüklüğünü anlamak için biraz İngiltere müzik ortamına aşina olmak gerekiyor.


5 Daha önceki klavyecilerden Jonathan Edwards Panic Room adlı gruba geçmişti ve daha sonra grupta yer alan Gonzalo Carreranın yerine geldin. O müzisyenlerin yarattığı melodilerin aynısını aynı tonlardan mı çalıyorsun yoksa kendinden kattığın ve şurası çok daha iyi olabilirdi. gibilerinden düşündüğün oluyor mu?

Ben parçaları başta olduğunca aslına sadık kalarak çalmaya gayret ederim. Klavyelerimi de benzeri toplarla programlamaya çalışıyorum fakat illaki daha önce oluşturduğum kendi ses bankalarımı kullanmayı sevdiğim için herşey benim kullanmayı sevdiğim sounda daha yakın oluyor. Daha sonra stüdyo ve konser maratonu başlıyor ve bu sırada artık parçaların asıl halinden ziyade grup içi etkileşimin ve canlı ortamın seni götürdüğü nokta önemli oluyor. Parçaları, melodileri çalışım bu sırada tekrar tekrar şekilleniyor.

6 Progressive Rock müziği son yıllarda birçok kişi tarafından dinlenmeye başladı ama yine de bu yeterli değil. Sence bunun çok kişi tarafından dinlenmemesinin sebepleri nedir ve Karnataka ile konsere çıktığınızda seyircinin tepkisi nasıl oluyor?

Progressive müzik orijinallik kaygısıyla ön plana çıkan ve emek isteyen bir müzik. Birçok şeyde olduğu gibi emek isteyen şeylerin büyük kitlelere ulaşması çok kolay olmuyor. Progressive rock hiç bir zaman müziğin fastfood'u olmadı ilerde de olması mümkün değil, çünkü bu müzik dinleyenine de çalanına da bir anlayışı temsil ediyor. Progressive müzik birçokları için sermayenin dayatması olan seri üretim ve tekdüzeliğin karşıtı olan müzik değil mi zaten.
Bizim çok tutkuyla bizi takip eden bir kitlemiz var. Geçen seneki turlarda grup kurulduğundan beri 60'dan fazla Karnataka konserine gelmiş dinleyicilerimiz vardı, grupla birlikte ben henüz 40 küsür konserde çaldım... Turlarda bizi tekrar tekrar farklı şehirlerde görmeye gelenler oldu. Artık bir süre sonra grubu takip edenlerle arkadaş gibi oluyorsun, onların yorumlarını dinlemek de çok önemli oluyor. Biz tabi sürekli elimizden geldiğince müziğimizi daha büyük kitlelere ulaştırmaya çalışıyoruz.

7 Genelde neler dinliyorsun? Porcupine Tree, Radiohead gibi yenilikçi gruplara mı ilgin var yoksa çok değişik müzik tarzlarından (heavy metal, klasik rock v.b) besleniyor musun?

Benim modern rock/metal sounduna karşı bir kulak alışkanlığım var, her ne kadar 70’ler dönemini zaman zaman dinlesem de sürekli dinleyebildiğimi söyleyemem. Genelde spektrumun biraz daha sert yanında kalan grupları dinliyorum ama daha önce de bahsettiğim gibi çok çeşitli bir dinleme zevkim var. Dream Theater, Porcupine Tree gibi müzikleriyle ve müzisyenlikleriyle kült haline gelmiş grupları tabiki birçok Prog sever gibi ben de takip ediyorum. Son zamanlarda Animals as Leaders, Anubis Gate, Enochian Theory, Darkwater, Aeon Zen gibi grupları dinliyorum. Diğer tarzlardan Pascal Schumacher, Esbjörn Svensson Trio ve Ramin Djawadi dinliyorum yine son zamanlarda.


8 Klavye ağırlıklı synthesizer müziğine bakış açın ve Synth Pop, Post Punk ve synth ağırlıklı elektronik müzikler hakkında neler düşünüyorsun? Bu tarzlar sence bir klavye müzisyenini besleyebilir mi?

Klavyeci için elektronik müziği anlamak, bilmek önemli bir şey. Sonuçta gitaristleri gruplarından izole edince tür yine rock çerçevesinde kalabiliyor fakat aynı durum klavye/synth müzisyeni için her zaman geçerli değil. Ben eskilerden Jean Michel Jarre, Kraftwerk, Klaus Schulze gibi isimleri severek dinlerim. Diğer daha farklı elektronik müzik türleri de yine kullandığın enstrümanın tamamen farklı bir konsept içinde nerelere ulaşabildiğini görebilmek açısından önemli. Örneğin Richard Barbieri elektronik müziğin epey merkezinde olan biri ve sesler üzerindeki yeteneğini progressive rock içinde en güzel kullanan örneklerden biri, çok beğenecek takip ettiğim bir müzisyen. Björk ve birlikte çalıştığı birçok elektronik müzisyen ve prodüktör de çok muhteşem ve enteresan işler çıkarıyorlar. Başka bir sürü eskiden ve yeniden örnek sıralamak mümkün...

9 Karnataka çok derin bir müzik icra ediyor ve Karnataka müziğinin sen de yarattığı duygular neler?

Benim için Karnataka'nın müziği en hareketli zamanlarında bile derinlerde acı dolu, duygulu bir müzik. Bir boşluğun içinde alıp yavaş yavaş içine çekip eritiyor sanki... Gerçi çok zaman çalmak benim melankolik ve karanlık yanlarımı tetikler. Muhtemelen yeni albümün atmosferi daha öncekilere göre biraz daha farklı olacak gibi görünüyor.

10 Yeni albüm çalışmalarınız ne zaman başlıyor? Gelecek planların neler? Bu yeni kadroyla bir umutla yola çıktınız ve umarım başarılı olursunuz.

Yeni albüm için parçaların yazımına zaten New Light Live albümünün prodüksiyonu sürerken başlamıştık. Turun Hollanda ayağı da bittikten sonra yeni albüm için çalışmalara ağırlık verdik. Hala daha yapılacak çok şey var, stüdyoda çok tutkulu ve yoğun bir çalışma sürdürüyoruz. Yakın zamanda internetten detayları öğrenmeye başlayacaksınız. Teşekkürler...

@ 2013

Karnataka Röportaj

     Geniş açılımlı Progresif Rock’ın bir diğer yüzü de müziğine folk ve etnik öğeler süsleyen kadın vokalli inanılmaz topluluklar. Bu grupların başını 70’lerde Renaissance, Pentangle gibi İngiliz topluluklar çekerken sonraki zamanlarda ise en başta Mostly Autumn, Iona, Panic Room, The Reasoning ve Polonya’dan Travellers gibi gruplar devam ettirdi ve hala devam ettirmeyi sürdürüyor. Bu gruplar arasında İngiliz topluluk Karnataka ise kendine özgü müziğiyle diğerlerinden keskin çizgilerle ayrılıyor. Mostly Autumn daha rock bir havada müziğini sergilerken Karnataka ise daha folky bir havada müziğini yorumluyor. Grubun kendi adını taşıyan albümü ve sonraki “The Storm” kaydı kendi çevrelerinde isimlerinin duyulmasını sağlamıştı. Sonraki “Delicate Flame of Desire” ise artık grubun kendini kanıtladığı çok üstün bir albüm olarak müzik tarihine geçti. Vokallerde yer alan Rachel Jones grubu neredeyse tek başına sırtlıyordu ve o güzel sesiyle inanılmaz ambiyanslar yaratmıştı. 7 sene albüm yapmaya ara veren toplulukta inanılmaz bir kadro değişimi olup ardından “The Gathering”i çıkardılar ve o sene birçok dergi tarafından yere göğe sığdırılamadılar. Gerçekten de bu albüm Karnataka’nın en iyisiydi, o etnik, arabik melodiler birçok fanın gruba yaklaşmasını sağladı. Ardından grupta yeniden kadro değişimi meydana gelip tekrar çalışmaya başladılar. Bu sırada klavyeye ise Çağrı Tozluoğlu geçmişti ve bu sürede bir canlı kayıt albümü piyasaya sürdüler. Albüm için ise çalışmalar hızla sürmekte. Sorularımı öncelikle grubun basisti Ian Jones’a yönelttim.



Öncelikle merhabalar ve sizinle röportaj yapabildiğim için sevinçliyim. Ayrıca, sizi uzun süredir takip eden sıkı bir hayran olduğumu da eklemek isterim. İngiltere / İtalya / Hollanda turneniz nasıldı? Umduğunuz geri dönüşü alabildiniz mi hayranlardan?

 Merhaba! Turnelerin hepsi çok iyi geçti, teşekkürler. Hayranların reaksiyonları inanılmazdı ve turneler bir sonraki stüdyo albümümüz için yeni materyaller üretmemize de yardımcı oldu. Canlı çalmak grup için her zaman önemli olmuştur - bu stüdyodakinden çok farklı bir tecrübe oluyor ve şarkı düzenlemeleri konusunda yaratıcı takılabiliyorsunuz. Ek olarak, bu sayede hayranlarla etkileşim fırsatı da yakalıyoruz - ve bu olayın çalışınızda ne kadar büyük bir fark yarattığına inanmak güç.

"Karnataka" ismi kulağa çok egzotik ve fantastik geliyor. Bu ismi nereden buldunuz?

 "Karnataka" ismi Hindistan orijinli bir kelime, oradaki bir bölgenin ismi. Birkaç yıl önce Karnataka'ya gidip, ormanda kamp yaparak vakit geçirmiştim. Bu harika bir deneyimdi. Fillerle iç içeydik, nehirde timsahlar vardı ve yılanlar ve akrepler! Grubu kurduğumda, kişisel olarak bana bir şeyler ifade eden bir isim aramıştım. Diğer yandan da, müziğimiz de ara sıra doğu etkili temalar içerdiğinden, doğu kökenli bir isim kullanmak bana uygun görünmüştü.

İçerisine Kelt ve orta-doğu melodileri de serpiştirilen, ama aslen İngiliz stili bir progresif müziği, kendi tarzınızda dinleyicilere sunuyorsunuz. Mostly Autumn, Magenta, Iona vb. gruplar arasında;  kendinize has, belirgin bir müzikal karakteriniz olduğu ve ayrı bir yerde durduğunuz da açık. Siz ne düşünüyorsunuz müziğiniz hakkında?

 Karnataka'nın kesinlikle kendine has bir "sound"u var, ve bence sadece prog müzikten gelenlerle sınırlandırılmayacak genişlikte bir ilham yelpazemizin olması oldukça önemli.Grup elemanlarının Doğu'dan, Güney Amerika'ya; cazdan folk'a vs. giden, oldukça farklı türlerle haşır neşir olduklarını söyleyebilirim. Müzik zevki konusunda hepimiz de oldukça açık fikirliyiz. Ayrıca, biz hiçbir zaman başka gruplar gibi bir müzik yapmaya çalışmadık - bazı artistlerden çok fazla ilham almak böyle bir risk yaratabiliyor, ve bence kimi zaman prog müzikte buna; yani kendi soundu ve karakterini oturtmak yerine, bazı spesifik sanatçılardan etkilenme olgusuna rastlanabiliyor, ve bu bir sorun oluşturabiliyor.


Yakın zamanda kadronuza Hayley Griffiths ve Çağrı Tozluoğlu'nu dâhil ettiniz. Çağrı'yı bazı önceki işlerinden biliyordum ve oldukça başarılı bir müzisyen. Onun kadroya dâhil olmasının hikâyesinden bize bahsedebilir misin? Böyle bir olayın gerçekleşmesi, Türkiye'de epey ses getirdi.

Çağrı, ulusal basına verdiğimiz ilan için bizimle kontak kurdu. Bir grup klavyeciyi deniyorduk, ve Çağrı'nın hem çalışından, hem de besteciliğinden çok etkilendik. Bizim müziğimizin hissiyatına çok uygundu ve kendi çalışıyla yepyeni bir şeyler de sundu. Çağrı, modern bir sound kullanmasının yanında, müzik teknolojisini de iyi bilen ve takip eden bir klavyeci. Hem çalma hem de yazım aşamalarında, olaya oldukça yaratıcı yaklaşabiliyor.

Hayley Griffiths hem kendisi, hem de sesi çok güzel bir bayan. Ayrıca, şarkılara kattığı duygu çok etkileyici. Lisa Fury ve Rachel'i de düşündüğümüzde, Hayley ve onun gruba kazandırdıkları hakkında neler söylersin?

Hayley'in güçlü, güzel bir sesi ve inanılmaz bir ses aralığı var, ve tam bir tutkuyla ve kendini tamamen vererek şarkıları söylüyor. Onu ilk dinlediğimizde anında etkilenmiştik, ayrıca kendisinin melodi yazış stili ve ilham aldığı şeyler soundumuzu varyasyonladı. Hayley, elbette ki Riverdance ve Michael Flatley's Lord of the Dance ile turladı, ve bu ona kimi en büyük sahnelerde performans sunma fırsatı verdi. Bu konuda oldukça deneyimli.

2004'ten beri birçok kadro değişimi yaşadınız. "Delicate Flame of Desire" albümünde yer alan kimi müzisyenler The Reasoning isimli grubu kurdular. Bu kadro değişimi gerçekten şart mıydı, yoksa sadece müzikal bir yön değişimi miydi sadece? Bizi biraz aydınlatır mısın?

Bazı sebeplerden ötürü 2004'deki ayrılmalar kaçınılmazdı, fakat her ne kadar o dönemler bizim için zorlu geçse de bizi olgunlaştırdı ve farklı yönlerimizi geliştirmemize yol açtı. Bana göre şu andaki müzisyenliğimiz çok daha güçlü. Enrico artık sounda çok fazla derinlik ve renk katan 3 boyutlu bir gitarist.


"The Gathering Light" albümünü çıkarmanız için tam 7 yıl bekledik. Tüm bu yıllar boyunca neler yapıyordunuz?
İlk kopuşların ardından uzun süreler farklı projeler için çalıştım ve grubu yeniden toplama nihai kararını verdiğimizde kadronun birlikte bir şeyler üretebilecek kimyada olup olmadığından emin olmak istedik. Hayranlarla yeniden bir bağ kurmak da önemliydi, bu sebeple ilk önce mümkün olduğunca turlamaya karar verdik.

Bana göre "The Gathering Light" sizin bu güne kadarki en başarılı albümünüz ve Lisa Fury'nin albümde yaptıkları gerçekten çok iyiydi. Sormak istediğim şey ise, Moment in Time ve Tide to Fall gibi parçalarda kullandığınız orta-doğu ve arabik melodilerle, ve bunu nasıl yapabildiğinizle alakalı olacak. Daha önceden de orta-doğu müzikleriyle uzun süredir haşır neşir miydiniz?

Orta-doğu ve arap müzikleriyle her zaman ilgiliydim ve Peter Gabriel, Loreena Mckennit gibi sanatçıların kendi müziklerine bu tınıları dâhil etmelerinden hoşlanırdım. Aslında bunu daha önceki albümlerde de daha fazla yapmak istemiştim, fakat buna fırsat hiç doğmamıştı. Bundan sonra Çağrı da kadromuzda olduğuna ve bu etkileri çok daha etkin biçimde müziğimizde kullanabileceğimize göre, bu işe daha da fazla eğilmeye hevesliyim.

Biraz da "The Gathering Light" için nasıl hazırlandığınızı ve çalıştığınızı anlatabilir misin? Ek olarak, Lisa Fury neden gruptan ayrılmıştı? Bu albümü çıkardıktan sonra, Rick Wakeman'dan bile övgüler aldınız. Ne diyorsunuz bu duruma?

"The Gathering Light"taki şarkıların çoğu 2006-2009 yılları arasında yazıldı, kayıt ve prodüksiyon süresinde ise birkaç kısım daha eklendi. Albüm kaydı benim stüdyomda yapıldı ve 18 aydan fazla sürdü. Çok büyük ve kompleks bir prodüksiyona kalkıştık. Daha önceki albümlerde kimi basit yaylı düzenlemeleri kullanmıştık, ama "The Gathering Light"ta bunu daha ileriye götürmeyi düşündüm ve böylelikle bir yaylılar kuartetiyle birlikte, Huw McDowell (ELO)'ın çello partisyonları kayıtta yer buldu. Albümü bitirdiğimizde Lisa bize Avustralya'ya yerleşmeyi planladığını söyleyip gruptan ayrılmıştı, böylelikle onun yerine yeni bir eleman bakınmaya zaten karar vermiştik.
Rick Wakeman'dan övgüler almak çok büyük bir onurdu! Bir Yes hayranı olarak, kendisi tarafından coşkulu biçimde övülmek gerçekten çok özeldi. Radyo programlarında da bize büyük destek veriyor Rick.


Kadrosunda Lisa Fury, Steve Evans, Ian Simmons gibi isimleri barındıran "Chasing the Monsoon" projesi ne alemde? Herhangi bir gelişme var mı? Yakın zamanda bir albüm beklemeli miyiz?

"Chasing the Monsoon" projesi umuyorum ki bir zaman gerçekleşecek. Neredeyse bitmiş bir albüm kaydımız hazır. Hepimiz de başka projelerle çok meşgulüz, o yüzden bunu biraz bekletiyoruz şimdilik, fakat umarım yakın zamanda geri dönüp kaydı sonlandırabiliriz.

Müziğinizde folk ve rock müziği kaynaştırırken, saykedelik ve pop elementleriyle de onu süslüyorsunuz. Fairport, Convention ve Pentangle gibiİngiliz progresif folk gruplarından hiç etkilendiniz mi? Birçok tarzdan ilham alan müziğiniz hakkında neler söylersiniz?

Ben şahsen bu gruplardan çok; Genesis, Marillion, Yes ve Pink Floyd gibi progresif gruplardan, ve ayrıca Clannad, Loreena McKennit, All About Eve ve Within Temptation gibi progresif olarak görülmeyen sanatçılardan daha fazla etkilendim.

Rahatlatıcı ve huzurlu müziğiniz, duyguları ön plana çıkartıyor. Ben müziğinizle bazen bu dünyadaki kötülüklerden kaçıp, uzak bir yere hayali bir yolculuk yapıyorum. Böylesi bir müzik yapabilmenizin bir sırrı var mı? Büyüleyici ve canlı bir atmosferiniz olduğunu reddetmek zor.

Müziği yazarken bizi motive eden şeylerden biri, sizi müzikal veya duygusal bir yolculuğa çıkarması gerektiğidir bence, fakat ben bizim şarkılarımızın bireysel yolculuklar olması fikrini seviyorum. Belki de bu müziğe gerçeklerden uzaklaşma boyutu katıyor.

The Gathering Light ve Forsaken Light gibi şarkılarınızda sinematografik bir hissiyat var. Sinemayı seviyor musunuz? En sevdiğiniz yönetmenler ve onların en sevdiğiniz filmleri hangileridir? Alan Parker ve filmi "The Wall" hakkında neler düşünüyorsunuz?

Evet, az önce konuştuğumuz yolculuk fikriyle paralel bir durum. Bu, müzikal olduğu kadar görsel de bir durum ve belki de dinleyicilerin müziği dinlerken yolculuğu gözlerinin önüne getirmesini de sağlamak için bilinçaltısal bir çaba gösteriyoruzdur. Grupta hepimiz sinemayı çok seviyoruz ve sanırım bu müziğe görsel yaklaşım konusunda da aynı durumu paylaşıyoruz galiba. Müzikte uğraşılan şey, görsel imgelerden faydalanamadan o imgeyi müzikle yaratmaya çalışmaktır ve salt müzikle bunu başarabilmek kolay değil.
Kişisel olarak favori yönetmenlerim: Martin Scorsese, David Lynch, Tim Burton, David Cronenberg, Quentin Tarantino, Terry Gilliam, Spielberg,  Sam Mendes,  Peter Jackson, Clint Eastwood, Coen kardeşler, Steven Soderbergh, Ang Lee,  Lars von Trier.
Alan Parker'ın "The Wall"da hem albüm çok başarılı bir biçimde görselleştirilmişti, hem de İngiltere'nin çok tuhaf bir politik döneminde gösterime girmişti bu yapıt. Gerald Scarfe'nin animasyonları, albümdeki videolarla güçlü bir bağlantı da kurarak, filme gerçek anlamda çok şey katmıştı.

Favori İngiliz progresif rock grupların hangileri? Yes ve Jethro Tull gibi geleneksel grupları mı, yoksa Porcupine Tree gibi modern oluşumları mı tercih ediyorsun?

Dinleyici olarak, sevdiğim müzikler oldukça geniş bir yelpazede. Genesis, Yes, Ping Floyd gibi prog gruplarının büyük bir fanıyken, aynı zamanda Gary Numan, Human League, Depeche Mode  gibi farklı türdeki grupları da hep dinlerdim - hala da bazen dinliyorum; ama Porcupine Tree, Flaming Lips, Mercury Rev gibi yeni gruplardan da keyif alıyorum.

Radiohead "OK Computer"ı çıkardığında, müzik dergilerinde "Önümüzdeki 20 yılı etkileyecek bir albümdür bu." gibi spekülasyonlar yapıldı. Sen de böyle mi düşünüyorsun?

Radiohead'in "OK COMPUTER" albümü kesinlikle bir dönüm noktası eseridir, ve birçok grup etkilenimlerini sayarken bu albümün de ismini verir. Bence Radiohead "gerçek" progresif gruplardan biridir - geçmişteki bir şeyi yeniden yorumlamak yerine, deneysellik zihniyetini orjinal biçimde ileriye taşıyan bir gruptur. Bu albüm 16 yıl önce piyasaya çıktı,  birçokları için hala bir ilham kaynağı olmayı sürdürmesi de,  eserin büyüklüğünün kanıtı gibidir.


Son zamanlarda progresif rock'ın önemli internet sitelerinde de çok popüler olmuş olan, progresif müziğin alt türleri hakkındaki düşüncelerin neler? Tarzı crossover prog, neo-prog, prog related gibi türlere bölmek gerçekten gerekli mi sence?

Bence prog etiketi bazen aşırı fazla kullanılıyor ve bana göre progresif olan birçok müzik başkasına göre olmuyor. Sanırım "prog" bazen, Genesis gibi eski prog gruplara sound olarak benzerliği vurgulayan bir sıfat olarak kullanılıyor, fakat ben bu tür bir nostaljiklikten ziyade "progressive" (ilerlemeci) gruplar için bu ibareyi kullanmayı tercih ediyorum. Björk gibi sanatçıları "prog" değil, ama progressive (ilerlemeci) olarak değerlendiriyorum. Türlerin tehlikeli tarafı, grupları belli kalıpları kullanmaya itebiliyorlar, yani bir türe uymak için müziklerinden deneyselliği hiçe sayabiliyor gruplar. Müziğin satılış biçimi duruma iyi gelmiyor, çünkü müzik, daha kolay pazarlanması adına kategorize ediliyor.

Bildiğim kadarıyla şu dönemde konserlerle meşgulsünüz, peki bir sonraki stüdyo albümünüz için ne zaman çalışmaya başlayacaksınız? Ya da, bir sonraki ürününüz yeni bir canlı kayıt mı olacak? Düşünceleriniz ve planlarınız nelerdir?

Konser vermekten hepimiz zevk alıyoruz, ve turlamanın grubu ileriye götürdüğünü ve böylece daha iyi bir takım olmamızı sağladığını hissediyoruz. Canlı albüm / DVD kaydedip piyasaya sürmek, yeni grup elemanlarını hayranlara -özellikle bizi turnelerde izleme fırsatı bulamayanlara- tanıtmada iyi bir yöntem. Yeni albümü kaydetmeye zaten başlamıştık, ve yine albümde yer alacak yeni materyaller yazmaya da devam ediyoruz.

Sorular bu kadardı Ian. Zaman ayırdığın ve cevapların için teşekkürler. Eğer gelebilirseniz, sizi Türkiye'de izlemek ve ağırlamak çok güzel olur.

Türkiye'ye gelip çalmak harika olurdu! Aynı zamanda orası Çağrı'nın memleketi olduğundan, çok özel de bir konser vermiş olurduk.

@2013
*Çeviriler için Özgür Durakoğulları’na çok teşekkürler…