12 Aralık 2012 Çarşamba

The Black Crowes - Warpaint


THE BLACK CROWES
Warpaint


         Gerçek ikinci bahar! The Black Crowes, Amerika-Georgia Atlanta’nın gurur duyduğu farklı gruplarından birisi. Müziğe rock’n roll temelli çalışmalarla giren The Black Crowes, Chris ve Rich Robinson kardeşlerin kurduğu bir topluluktur. Grup, bünyesinde o kadar değerli müzisyenleri barındırdı ki çoğu da ya iyi gruplara gittiler ya da bu toplulukta kalarak bir şekilde devam ettiler. Ayrılan önemli müzisyenler ise en başta Marc Ford olmak üzere, Eddie Harsch, Audley Freed, Johnny Colt ve Jeff Cease olarak verilebilir. “Shake Your Money Maker” adındaki ilk albümüyle adından sıkça söz ettiren grup, ikinci albümü “The Southern Harmony And Musical Companion” ile blues rock ve southern rock dünyasında hatırı sayılır bir yer edindi. Üçüncü albüm “Amorica” ise tartışmasız bir blues rock klasiğiydi ve Faces, Humble Pie gibi önemli toplulukların etkilerini 90’lara yansıtıyordu. Zaman içerisinde aralara “Three Snakes And One Charm”, “By Your Side” ve Jimmy Page’li konser albümü “Live At The Greek” gibi çalışmaları sıkıştıran grup, 2002’de müziğe 3 senelik bir ara vermişti. Bu arada ise gerek Rich Robinson ve gerekse Chris Robinson solo çalışmalara yöneldi.

      Grup 2005 yılında tekrar çalışmalara başlayınca kendilerini inanılmaz isimlerle konser verirken buldular. Tom Petty and the Heartbreakers, Trey Anastasio, Gov’t Mule ve Robert Randolph And The Family Band gibi isimler The Black Crowes’u çok etkilemiş olmalı ki müzikleri doğaçlama formuna dönüştü, daha blues ve daha güney rock etkileşimine kendilerini kaptırdılar. İşte bunun ilk meyvesi de 7 sene aradan sonra 3 Mart 2008’de piyasaya sürülen “Warpaint”. Grubun referansları artık çok farklı isimlerden oluşuyor, Guns N’ Roses ve Quireboys tayfası benzeri gruplar ve isimler onlar için artık önem arz etmiyor. 


      
          Prodüktörlüğünü gitarist Paul Stacey’in yaptığı grubun kadrosunda da çok önemli isimler var. Gruba en son katılan isimler ise klavyede Rob Clores’in yerine gelen Adam MacDougall ve gitarist Paul Stacey’in yerine gruba çağrılan süper grup North Mississippi All-Stars’ın mühim gitaristi Luther Dickinson. Bu isimlerle birlikte “Warpaint” sabırsızlıkla beklendi ve albümden çıkan ilk single “Goodbye Daughters of the Revolution” ilk defa grubun yeni yapılandırılan sitesinde dinleyicilere sunuldu. Bu güzel şarkı albümün soundunu ele veriyordu. The Allman Brothers Band etkisi ve slide gitar formu albümün her notasında mevcut. Slide gitarlar havada uçuşuyor sanki.

         Grup bu albümüyle eskiye, yani “The Southern Harmony And Musical Companion” ve “Amorica” zamanlarına sıkı bir selam çakmıştır. Yeni gitarist Luther Dickinson slide gitarda önemli bir isim. Bunu da “Warpaint” albümündeki bestelere iyi adapte etmiş. Albüm diğer çalışmalara nazaran çok ağır. Neşeli bir The Black Crowes albümü dinlemek isteyenler hayal kırıklığına uğrayabilir ama eğer ciddi, ağır The Black Crowes bestelerinden hoşlanıyorsanız bu çalışma adresiniz olmalı… "Walk Believer Walk", "Evergreen", "Wee Who See the Deep", akustik gitar ve mandolin’in sımsıcak birliktelik yaşadığı “Locust Street”, karizmatik şarkı "Movin' On Down the Line", gospel müziğin kült isimlerinden Reverend Charlie Jackson’ın klasik şarkısının başarılı yorumu “God’s Got It” ve yeni bir slide/country klasiği “Whoa Mule” albümün temel taşlarıdır. 

           Chris Robinson ciddi konulardan bahsediyor ve her zamanki gibi formda gözüküyor. Rich Robinson keza başarısını her geçen gün yukarılara taşıyor ve en önemli gitaristler arasında gösteriliyor. Klavyedeki yeni isim Adam MacDougall ise eski ve yaşlı The Black Crowes klavyecisi Eddie Harsch’ı hiç aratmamış. Marc Ford’un olmaması ise hayranları pek üzmesin, Luther Dickinson en az onun kadar muhteşem. “Warpaint” The Black Crowes diskografisinde şimdiden klasik olmaya aday bir albüm gibi durmakta... Ve grup ise kendini artık blues ve doğaçlama müzik festivallerinde bulabilir. Zaten aylar öncesinden bileti tükenen konserlere çıkıyorlar şimdi... The Black Crowes’un elit yönü ise bu albümde vuku bulurken; Rock’n roll, country, blues, soul ve gospel’in ruhu ise yine ”Warpaint” albümünde birleşiyor!

@2008 

Blues Üzerine...



                                                  BLUES ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ


      Blues deyince ilk aklıma kırsallık ve samimiyet geliyor. Blues’un içinde bunun ikiside mevcut. Çok çeşitli dalları var kolları var blues’un bazen takip etmekte zorlanıyorum. Delta blues, Texas Blues, Chicago blues, Detroit blues, Boogie Woogie, Blues Rock… bunlar gider de gider. En çok delta blues seviyorum Mississippi John Hurt, Mississippi Fred McDowell, Skip James gibi şarkıcılar çok iyidir. Çok geniş ve çok eski bir tür olan delta blues diğer türlere nazaran daha kırsal kökenlidir. Akustik gitar ile icra ediliyor genelde.

Blues icracılarını eski ve yeni olarak kabul edebiliriz. İşte Barbeque Bob’lar, Blind Willie Mc Tell’ler Robert johnson’lar Blind Lemon Jefferson’lar, Elmore James’ler Willie Dixon’lar, Big Bill Broonzy’ler  falan hemen hemen hepsi dehşet müzikler yapmışlar zamanında bize de dinlemek düşüyor. Çok eski kayıtlardan dinliyoruz bunları ve bazılarını da plaklardan öğreniyoruz. Hepsi ama hepsi içinde bir hikâyeyi taşıyor ve hepsini de tanımak ve takip etmek çok güzel.

    Bu kadar klasik isim arasında Eric Clapton, John Mayall, Robben Ford gibileri de var onları da ayrı bir şekilde ele almak lazım. Mesela Eric Clapton’un Robert Johnson yorumlarının olduğu albüm blues’a başlamak için biçilmez kaftandır. Aynı şekilde Robben Ford’un “Blue Moon”,Keep on Running” albümleri gibi. Çok sade çok naif müziklerdir hepsi. Duke robillard’ın “World of Blues”, Robert Cray’in albümleri, Johnny Winter’ın eski ve yeni albümleri dinle dinle bitmez anlatılamaz işte ancak dinlerken yaşarsınız. Hendrix’in bir lafı var ya “Blues çalması kolay ancak hissetmesi zordur” diye. Evet, hissetmek lazım bu müziği. Yani dinlerken gözlerinizi kapatıp melodilere kendinizi kaptırmanız lazım aynı bizim Anadolu türkülerimiz gibidir onlar dinlerken bazen de ağlarsınız. Zaten aralarında da fark yoktur.

     Rock müziğe en çok katkıyı yapan da blues’dur onu yaratan da… The Allman Brothers Band, Gov’t Mule, Derek Trucks, The Black Crowes… Bunlar çok ayrı gruplar ve isimler. İçlerinden bir tek Derek Trucks blues ile tamamen ilgili. Diğer isimler de çok alakalıdır ve hepsi blues’dan beslenir ama The Allman Brothers Band daha çok doğaçlama grubudur. Southern Rock kalıpları içerisine caz ve blues’u daha fazla sokarak doğaçlama formunda beste üretirler ve konserlerde de bir çaldıklarının aynısını çalmazlar devamlı değiştirirler. Gov’t Mule ise daha da fazla blues’u kullanır. Ama The Allman Brothers Band’den farkı ise funk ritimleri ve Warren Haynes’in daha yenilikçi fikirleridir. The Black Crowes ise hepsinden farklıdır. Onlar daha çok rock ‘n’ roll kökenlidir ve hard rock, rock ‘n’ roll ve gospel müziğini blues ile birleştirirler. Ama son zamanlarda onlarda Gov’t Mule gibi slide gitar kullanıyorlar –özellikle Luther Dickinson gruba girdikten sonra- ve bir şarkıyı farklı hallere sokmaktan çekinmiyorlar tıpkı bir jam band gibi. 2009 albümü “Before the Frost…Until the Freeze” mükemmel bir kayıt. Aynı şekilde Gov’t Mule’un son albümü “By a Thread”de muhteşem. İkisini birbirinden ayıramıyorum gerçekten çok özel kayıtlar. Bu blues konuş konuş bitmez.

Son zamanlarda çıkan güneyli blues’culardan Tinsley Ellis’in “Speak No Evil” kaydı çok hoş olmuş dinlemek isteyen bakabilir.


“John Lee Hooker deyince de aklıma "Tupelo" şarkısı geliyor. Çoğu kaydı iyi ama bazen da vasat bir kaydına rastlayabiliyorsunuz. Bu şarkılardan değil de tonlardan kaynaklanıyor yoksa her daim iyidir Hooker. "Don't Look Back" albümünde Van Morrison ile çalışmıştı nefis bir albümdü.


Robert Johnson sevmeyen bluescu olmaması gerekir. blues'un en büyüklerinden bir tanesi sonuçta. “Little Queen of Spades”, “Me and the Devil Blues”, “Kind Hearted Woman Blues”  ne şarkılardır ama. Plaklardan dinlerseniz etkisi iki kat daha fazla oluyor. Bizim Neşet Ertaş'ımız Aşık Veysel'imiz gibi işte muazzam bir isim.”

Mountain, Bluesy Rock'ın sert temsilcilerinden birisidir Leslie West'in grubudur. West'in de son albümü  nefis olmuş bu arada. The Allman Brothers Band, Led Zeppelin, Vaughan bunlar artık dinlenmesi elzem isimler. Bir de ekleyeceğim 70'lerden The Climax Chicago Blues Band, Free, Savoy Brown gibi toplulukları da takip etmek lazım.
    Son çıkanlardan ise Graveyard'ın “Hisingen Blues”, Kenny Wayne Shepherd'ın son albümü, Johnny Winter'ın son albümü “Roots”, Chris Rea'nın “Santo Spirit Blues'u, Eric Bibb'in “Blues, Ballads & Work Songs'u, Gregg Allman'ın “Low Country Blues'u, The Duke Robillard Band'in “Low Down & Tore Up'ı ve Wentus Blues Band'in “woodstock” albümü son zamanlardaki en iyi blues çalışmalardandır.”



Fate - Scratch ’N’ Sniff



FATE
Scratch ’N’ Sniff

MTM müzik 80’lerin ve 90’ların kıyıda köşede kalmış kayıtlarını “bonus track” şarkılarla bir bir piyasaya sürüyor. Fate’in kuruluşuna bakarsak 1980’lerde eski Mercyful Fate gitaristi Hank Sherman, eski Maxim vokalisti Jeff Lox Limbo, keyboard ve basta Pete Steiner ve davulda Bob Lance tarafından kurulmuştu. Zaman içerisinde grupta müzisyen değişiklikleri olmuş ve vokale eski Crystal Knight ve Dorian Gray vokalisti Per Henriksen, gitarlara ise eski Frozen Eyes gitaristi Matthias Eklund geçmiştir.

Fate, 80’li yılların artık o klasikleşmiş Heavy Metal ve Hard Rock’ını yapıyor. Albüm 90’ların başında çıkmış olan Dare’in “Blood From A Stone” albümü gibi arada benzerlikler mevcut. Albüe kirli bir gitar soundu hakim ve bu çalışmadaki şarkılara göz gezdirdiğimizde “You Are the Best” harika gitar sololarıyla doluyken “Won’t Let You Down”, “Larry”, “Good Times Coming” ve albümün en iyisi “One By One” ilk göze çarpan besteler. İki “bonus track” şarkı ile piyasaya sürülen albüm bir nostaljiyi yaşatıyor. Klasik Heavy Metal ve Hard Rock dinleyicilerine önerilir.

*rockstation

8 Aralık 2012 Cumartesi

2008 Yılının dikkat çekici albümleri.

                                        2008 YILININ DİKKAT ÇEKİCİ 50 ALBÜMÜ

   Açıkçası her yıl en iyisiyle - en kötüsüyle albümler veya filmler sıralanır, dinlediklerimiz, izlediklerimiz sıraya konur, bu hepimizin, dünyadaki bütün ciddi dinleyicilerin, dergi çıkaran tayfaların hemen hemen her yıl yaptığı amansız bir mücadeledir. “En iyi” her ne kadar çetrefi lli bir yola çıkarsa da düşüncelerimizi bunu yapmaktan da vazgeçmeyiz ve işi heyecana kaptırırız, onun için sadece “en dikkat çekici” diyelim ve burada işi yumuşatalım bakalım geçtiğimiz sene neler dikkatimizi çelmiş. Açıkçası bu liste hazırlanırken yurt dışındaki dergi “en iyi” listeleri dâhil her bir şeye bakıldı tür/tarz farkı gözetmeksizin…

1- AC/DC
Black Ice
“Stiff Upper Lip”in üzerinden 8 yıl geçmiş olması ve bu sürenin sonunda Brendan O’Brien yapımcılığındaki“Black Ice” ile sıkı bir geri dönüş albümü dinleten AC/DC listenin en başında yer alıyor. Birçok ülkede liste başı olan bu albüm rock ‘n’ roll’un yeniden yükselişine tanıklık etmemize yardımcı oldu. Belki bazı dinleyicilerin beklentilerini pek karşılayamamış olabilirama bu durum bu albümün büyüklüğünü engellemiyor. Hayranları aylarca yıllarca bu albümün çıkışını bekledi durdu, hatta grubun konser haberinin çıkmasını bekleyenler bile çoğunlukta ve bu durum 2008’e girdiğimizde bu albümün çıkışıyla iyice alevlendi. Metallica’nın biraz gölgesinde kalma durumu da olsa AC/DC ismiyle ve albümüyle en başta yer alıyor. Saygı!

2- METALLICA
Death Magnetic
Metallica’nın bu albümü birçok seveni tarafından çok beğenilmiş olmasına rağmen bir kesim tarafından
da kayıtlarından dolayı eleştiriye uğradı. Eski Thrash günlerine kıyısından bulaşmayı deneyen Metallica,
Rick Rubin’in yapımcılığındaki “çiğ soundlu” bu albümüyle yılın dikkat çekici listesinin en üstlerinde gezinmekte…

3- GUNS N’ ROSES
Chinese Democracy
Çıkışı yılan hikâyesine dönen bu son Guns n’ Roses çalışması soundundan dolayı hayranlarını şaşırtmakla kalmadı bazı kesimler tarafından yoğun eleştiriye de uğradı. Yıllar Axl Rose’u haklı mı haksız mı çıkaracak bunu ilerde göreceğiz ama Guns n’ Roses ismi tabi ki bu yıla damgasını vurdu.

4- JUDAS PRIEST
Nostradamus
Judas Priest’in dünyanın en büyük kâhinlerinden birisi olan Nostradamus’un hayatının derinliklerine
kadar inen bu çalışması Heavy Metal dinleyicilerince beğenildi ve etkileyici bir konseptle unutulmazlar
arasında yer aldı. Heavy Metal dergilerinden de iyi notlar alan bu albüm Halford’un son tokadı olarak nitelendirildi.

5- TESTAMENT
The Formation of Damnation
Alex Skolnick dehasının bu grupta olması çok büyük bir şans. Yıllar yılı geçmiş ve o kirli thrash soundu
müziklerinden hiç eksilmemiş, aynı ciddiyetle, aynı özveri ile yapılmış kusursuz bir çalışma. Thrash Metal’in yaşadığının en büyük kanıtlarından biri…

6- MOTÖRHEAD
Motörizer
Lemmy ve Motörhead olmasaydı mutlaka ayakların birisi eksik kalacaktı. “Motörizer”, yıllara meydan okuyan güçlü bir grubun güçlü bir albümü olarak dergilerde yer aldı ve geçtiğimiz yıl Avrupa ve Amerika listelerinde başarılı oldu. Lemmy’i kimse durduramaz, kimse de durdurmak istemez.

7- JON OLIVA’S PAIN – Global Warning
Jon Oliva Savatage’ı bir kenara bıraktığından beri Trans Siberian Orchestra ve kendi projesiyle
ilgileniyor. “Global Warning” ilk dönem Savatage yapıtlarını anımsatır nitelikte bir çalışma ve gerek dergilerden gerekse de web sitelerinden tam puan almış durumda.

8- OPETH – Watershed
Plak şirketlerince onlar “Swedish Extreme Progressive Metal”in kralları. “Blackwater Park” ile başlayan
değişim kadro değişikleri sonucunda “Watershed” ile devam ediyor. Bir önceki albüm “Ghost Reveries”in gölgesinde kalsa bile “Watershed” ile Opeth klâsını konuşturmuş durumda. “Porcelain Heart” ve “Heir Apparent” unutulmazlar arasına girdi bile…

9- ENSLAVED
Vertebrae
Norveç’in bu bilge filozofları “Isa” ve “Ruun” gibi deneysel albümlerden sonra çıkardığı “Vertebrae” ile King Crimson ciddiyetindeki şarkılarıyla Progressive sularda geziniyor. Boşuna uğraşmayın; ilk dinlemede onları hiç çözemezsiniz, katman katman incelikle işlenmiş muhteşem bir albüm.

10- VOLBEAT
Guitar Gangsters & Cadillac Blood
Müziklerinde birçok müzik türünün sentezini başarılı bir şekilde sunan Danimarkalı topluluk her geçen gün yeni hayranlar kazanıyor. Dinleyenleri şimdiye kadar burun kıvırmadı ve bu son albüm müzik dünyasının en iyi çıkışlarından birisi olarak nitelendirildi. Groove Metal’in son noktası olarak ta lanse edebiliriz.

11- URIAH HEEP
Wake The Sleeper
Hard Rock ve Progressive Rock tarzındaki çalışmalarıyla efsaneleşen Uriah Heep’in bu çalışması
sessiz sedasız olarak çıktı ve küçük bir kitle tarafından sahiplenildi. Her birisi çok güçlü rock
çalışmalarından oluşan bu nadide albüm lirikleri ve müzikalitesiyle geçtiğimiz yılın tarzındaki en iyi çalışmalarından birisi olarak gösterildi. Yıllar sonra böyle bir albüm, çok şaşırtıcı!

12- JOURNEY
Revelation
Melodik Rock ve AOR çizgisinde yer alan Journey topluluğu Filipinler’den ithal ettiği yeni vokalist
Arnel Pineda ile adeta ikinci baharını yaşıyor. Amerika’daki konserleri çok başarılı geçen grubun son albümü “Revelation” deyim yerindeyse yeri göğü inletti. 80’lere şöyle bir selam verdik bu albüm sayesinde…

13- ZERO HOUR
Dark Deceiver
Bu grubun ne yaptığını çözebilen var mı? Teknik Metal’in geçtiğimiz sene Zero Hour’dan sorulduğu bir gerçek. “Dark Deceiver”da Tipton kardeşlerin 44 dakikada neler yaptığını dinlemek istiyorsanız buyurun.

14- BLACK STONE CHERRY
Folklore and Superstition
Southern Rock’ı alın Hard Rock’a ve oradan Nickelback’in müziğine bulayın işte size Black Stone Cherry. İlk albüm çok başarılıydı, fakat geçtiğimiz sene çıkan bu çalışma ile güneyliler başarıyı ikiye katladı ve dikkat çeken albümler arasında yer aldı.

15- EXTREME
Saudades de Rock
“Waiting for the Punchline”dan 13 sene sonra gelen bu -Portekizce ismi ile- yeni Extreme albümü sevenlerini şaşırtmakla kalmadı ve küçük bir başyapıt olarak nitelendirildi. Bettencourt’un her zamankinden daha ritmik yapıda çaldığı bu albüm “Comfortably Dumb”ıyla, “Flower Man”iyle aklımıza kazındı.

16- BLACKMORE’S NIGHT
Secret Voyage
Ritchie Blackmore ve Candice Night’ın birlikteliği hoş anlar yaratmaya devam ediyor. Son iki albümdür tekdüze ilerleyen grubun müziği “Secret Voyage” ile bir anlamda kırıldı, Candice Night’ın vokalleri bir parça geriye, Blackmore’un yarattığı müzikalite ise ön plana alındı ve ortaya unutulmaz bir albüm çıktı. “Gilded Cage” sanki Atonement’ın sahil sahnesine soundtrack olabilecek derecede güzelken “Sister Gypsy” ise bir Blackmore’s Night klasiği oldu.

17- THE PINEAPPLE THIEF
Tightly Unwound
“Little Man” ve “What We Have Sown” gibi iki depresif albümden sonra Pineapple Thief iyice içine kapandı ve sonunda böyle bir albüm yarattılar. Kabul, İngiliz modern progressive rock müziğini Indie sularına bulaştırmakla görevli bu topluluk Porcupine Tree ve Radiohead etkileri yüzünden hala şeytanın bacağını kıramadı ama “Tightly Unwound” bu senenin eli yüzü düzgün albümlerinden birisi olarak tarihe geçti.

18- R.E.M.
Accelerate
“Around The Sun” ile olumsuz eleştirileri kabul eden grup “Accelerate” ile “Document” zamanlarına
geri döndü ve Katrina Kasırgası’ndan bahseden şarkılardan tutun da politik yaklaşımlı sözlere kadar Stipe yine yoğun eleştirilerini kimselerden sakınmadı. Müzik ise her zamanki bildiğimiz R.E.M.’den farklı ve güçlüydü. “Supernatural Superserious” bu albümden klasikler arasına girdi.

19 - VAN MORRISON
Keep It Simple
Yılların eskitemediği bir müzisyen. Kimileri onun müziğini sıkıcı buluyor kimileri de onu takdir seviyesinde
çok seviyor. Ama gerçek olan birşey var ki onlarca belki yüzlerce müzisyeni etkilemiş bir isimden bahsediyoruz. “Keep It Simple” onun eski dönemlerinden bir kayıtmış gibi duruyor. Caz, folk ve blues’un harmanlanması Van Morrison’un ustalık alanına giriyor. “Keep It Simple” “ben kaliteli müzik dinliyorum” diyen dinleyicilerin kapsama alanına girmiş gibi gözüküyor. En azından dinleyicisini yakalamış durumda.

20- THE BLACK CROWES
Warpaint
Chris ve Rich Robinson kardeşler aldılar yanlarına North Mississippi Allstars’ın Luther Dickinson’ını, şöyle geriye “The Southern Harmony…” ve “Amorica” zamanlarına kadar gittiler ve ortaya “Warpaint” çıktı. 7 yıl sonra gelen bu albümü kendi dinleyicileri kadar Dickinson’ın takipçileri de dinledi ve bu acılı blues çığlıkları kendilerinin başarısı oldu. “Goodbye Daughters of the Revolution”, “Locust Street” ve Luther Dickinson’ın attığı enfes slide sololu “Movin’ On Down The Line” bu albümdeki tepe noktalarıydı.

21- LAMBCHOP
OH (Ohio)
Nashville’in sakin çocuklarının çıkardığı bu albümcountry, soul ve folk müziği dikkatle birleştiriyordu.
Hoş bu albümde de daha önceki çalışmalarında olduğu gibi bir değişim söz konusu değildi ama “Slipped
Dissolved And Loose” başta olmak üzere diğer besteler çok üst düzeyde geziniyordu. Kurt Wagner
ve tayfası hiç değişime uğramadan yollarına tam gaz devam ediyor. Kusursuz bir albüm!

22- TV ON THE RADIO
Dear Science
2000’lerin en ilginç gruplarından birisi belki de. Funk’ın deneysel halini dinlemek öyle çok kolay olmasa
gerek, zaten bu tarz gruplarda pek ortalıkta gezinmiyorlar. TV On The Radio “Dear Science” ile
neredeyse bütün olumlu eleştiri okları üzerlerine geldi ve artık onların ilerde ne yapacağını, nasıl bir
albümle geri döneceklerini kestiremez olduk.

23- SUN KIL MOON
April
Mark Kozelek’in Red House Painters’dan sonra ortaya çıkardığı kendi projesi. “April” bilindiği gibi Nisan
1’de çıktı ve şaka gibi Kozelek bize hüzün kusmaya devam etti. Hüznün adresi daha albümün ilk girişinde “Lost Verses” ile verildi ve bu 9 dakikalık şaheser sayesinde uzun süre diğer şarkılara geçemedik. Hemen geçenler olduysa bu albümün ne kadar da hissiyatlı bir şaheser olduğunu daha erken anlamıştır.

24- CALEXICO
Carried To Dust
Calexico Ennio Morricone’den feyz almaya devam ediyor. Belki de bu etkileşimi en fazla açığa çıkaran
albüm buydu. Liriksel açıdan en sert Calexico albümü ve bu albümde Iron & Wine ve Tortoise müzisyenleri de kendilerine eşlik ettiler. Geçtiğimiz senenin dikkat çekici albümlerinden birisi olmasının sebebi ise ciddi sözlerine karşın Calexico müziğinden ödün verilmemesiydi. Bunu da her zaman ki gibi başarıyorlar.

25- MY MORNING JACKET
Evil Urges
Biraz punk biraz funk ve biraz psychedelic deneysel country. Olmuş mu? Tabii ki olmuş. Jim James çok
farklı loop’larla yarattığı “Evil Urges” dünyasında her şeye yer olduğunu bu albümle kanıtladı. Bugün onlar
jam band’lerin arkasında çalan, şarkılarını tanınmaz hale getiren bir topluluk ve onlar artık bugünün en
ciddi doğaçlama gruplarından dahi destek görüyor ve her geçen gün büyüyen bir çizgi yakalıyorlar. Takdir!

26- MOGWAI
The Hawk Is Howling
Değişim olmadan da başarılı olunabileceğini kanıtlayan diğer bir toplulukta Mogwai. Önceki albümlerinin
sentezi niteliğinde sayılabilecek bu çalışmada aslında çok farklı bestelerde vardı fakat yine de değişik denemelere fazla girişmediler. Post Rock’ın belki de en iyi topluluklarından birisi. Son çalışması “The Hawk Is Howling” ise albümü anlayanları uçurmaya devam ediyor.

27 – CONOR OBERST
Conor Oberst
Bright Eyes’dan tanıdığımız Conor Oberst çok beğenilen bu albümü Meksika’nın tozlu yollarından geçerek, Bob Dylan, Tom Petty gibi isimlerden feyz alarak gerçekleştirmiş. Özellikle Bob Dylan’ın ilk dönem eserlerini çok anımsatıyor. Sonuç ise; en iyi şarkı yazarlığı koltuklarından birisi kendisinin oldu. Albümü baştan sona bir kez dinlemek bile yeterli oluyor.

28- FLEET FOXES
Fleet Foxes
Sadece bir ilk albüm, hepsi bu! Fleet Foxes’in ismini artık bundan sonra çok duyabilir ve daha da çok dinleyebiliriz. Sanki kendilerine farklı-küçük bir dünya yaratmışlar ve oradan bize tınıları gönderiyorlar. Ve
böylece bizde böyle bir müziği ilk defa duyuyoruz. Bir daha böyle bir albümle karşılaşmayabiliriz. Böyle bir şey çıkartamazlar, kim bilir? Onlar Amerika’dan Seattle’dan geliyor.

29- PAUL WELLER
22 Dreams
Weller’ın bu albümde çalıştığı müzisyenleri saysak bir sayfayı doldurur herhalde. Robert Wyatt, Noel
Gallagher, Steve Cradock gibi isimleri bünyesinde barından bu çalışma hemen hemen bütün müzik yayın organları tarafından takdirle karşılandı ve bize de bu albümü dinlemek ve cd player’lardan hiç çıkarmamak düştü.

30- BECK
Modern Guilt
Hayatınız nasıl olursa olsun Beck hep sizinle olsun.:) Bu albüm her yayından çok ilgi görmese de Beck’in en iyi tınılarını taşıdığı bir gerçek. Bizce “en iyi alternatif rock” listelerinin başında gelir gelmesine de buradaki listede yukarıdaki “metalci”lere nasıl kök söktürecek orası muamma.:) “Orphans” ve “Youthless” başta olmak üzere kısaca “Modern Guilt” iyi bir albüm!

31- TINDERSTICKS
The Hungry Saw
“The Hungry Saw” ile klasik Tindersticks geri dönmüş durumda ve Stuart Staples bütün romantikliğini bize yansıtarak o eski tarzını bu albümle daha da geliştirdi. Sözler, şarkıların melankolik yapısı ve bestelerdeki orkestrasyonlar çok başarılı. Böyle şarkıların yanında buğulu camlar ardından dışarı bakıp bir kahve ya da viski içmek iyi gelebilir, öyle değil mi? :)

32- THE HOLD STEADY
Stay Positive
Pek çok müzik-magazin dergisinin, web sitelerin yok saydığı bir grup ve müzik albümü bu. Craig Finn’in
şarkı yazarlığına bir şey denilemez tabii ki ama anlattığı hikâyeler de en azından birilerimizin dikkatini
çekmiştir. Post Rock ve Punk arasında gezinen çizgisi ile bu albüm özellikle girişteki “Constructive Summer” ile parıldarken diğerleri de sırayla sizi bekliyor. Dinlenilmemesi büyük kayıp.

33- OKKERVIL RIVER
The Stand Ins
Okkervil River, Indie Rock’ın yükselen değerlerinden…Son yıllarda güzel resimlerle bezenmiş albümlerle karşımıza çıkan bu ilginç grubun bu albümü önceki çıkardıkları çalışmalara pek benzemiyor. Daha mutlu, daha hareketli bir Okkervil River dinledik bu çalışmada ve bizce hiç sakıncası olmadı, çünkü her şarkı, her melodi doğru yerlere gitti, değişimden kazançlı çıktılar.

34- PORTISHEAD
Third
Bristol, İngiltere. Trip Hop, Electronica. Beth Gibbons, Barrow ve Utley. “Dummy”, “Portishead” ve
“Third”. Bunlar elbette birçoğumuzun hayatının anlamlarından bir kaçıdır. Onca zamandır beklenen bir
albümdü ve geçen sene kendilerinden beklenen bir değişimle karşımıza çıkıverdiler. Gibbons her zaman
ki gibi iyiydi, şarkılar klasik Trip Hop/Portishead kalıplarına biraz uzak kalsa da hepsi de birer canavardı.

35- COUNTING CROWS
Saturday Nights & Sunday Mornings
Günahlar ve üzüntüler üzerine kurulmuş iki bölümden oluşan bir Counting Crows başyapıtı. “Saturday
Nights” daha çok güçlü “rock” şarkılardan oluşurken “Sunday Mornings” ise akustik western tınılı folk etkilerini üzerinde barındırıyor. Adam Duritz yine kendi yaşantılarından oluşturulmuş liriklerle karşımıza çıktı ve “Washington Square” ve “On Almost Any Sunday Morning” ile ne olduğunu, duygularını bize açtı.

36- JAMES
Hey Ma
Manchester sound geri mi döndü? Evet bir anlamda öyle yazabiliriz. “Laid”, “Seven” gibi albümlerle
gönlümüzde yer bulmuş bir grubun son albümünü onca seneden sonra heyecanla dinlememek olmazdı. Biraz politik, biraz hareketlilik, işte son James bu! Çok büyük etki yaratamadı ama şarkılar çok iyiydi ve geçen senenin olumlu hanesine rahatlıkla yazıldılar.

37- KINGS OF LEON
Only by the Night
Amerika’nın köklerinden gelen Indie Rock grubu kisvesi altında modern country, southern, caz ve alternatif öğeleri başarıyla sentezleyip önümüze sundular. Birçok dinleyicinin favori topluluklarından birisi olması boşuna değil, Tennessee’li bu çocuklar müzik dünyasını bir anda esir aldılar “Only by the Night” ile…

38- JOHN MELLENCAMP
Life, Death, Love And Freedom
“Mainstream Folk Album”! Ünlü yapımcı T-Bone Burnett ile kotarılan bu Mellencamp albümü adı üstünde
yaşam, ölüm, aşk ve özgürlükten bahsediyor. Bunlardan bahsederken kendi hikâyelerini anlatıyor usta. “Longest Day”, “Young Without Lovers” ve “Troubled Land” bu albümdeki en iyi çalışmalar. Bunları dinlemeyen bünye kalmasın diyerek Mellencamp stilinin ne kadar çok müziğe katkı sağladığını
bu albümden anlayabiliriz diyorum sadece. Hepsi birer birer yaşamı anlatan türkülerdir.

39- BLIND MELON
For My Friends
Amerikan Rock’ın saygı duyulması gereken bir diğer topluluğu da Blind Melon. Shannon Hoon’u acı
bir olayla kaybeden grupta vokalleri Travis Warren devralmış durumda. 12 sene sonra gelen bu yepyeni
albüm Blind Melon sevenleri tatmin etmiş durumda ve albümün ilk şarkısı da -“For My Friends”- sanırım
yaşanılan acıyı çok iyi özetliyor.

40- SNOW PATROL
A Hundred Million Suns
R.E.M.’in yeni yapımcısı Jacknife Lee ile çalışan Snow Patrol dinleyicileri ikiye bölen bu albümle aslında
iyi bir çıkış yakaladı, listelerde de başarılı bir grafi k çizdi. Güçlü pop ve alternatif şarkıları sevenler kaçırmasın diyerek Snow Patrol’u dikkatle izlemenizi öneririz.

41- GAZPACHO
Night
2008’in sürpriz isimlerinden birisi kuzey ülkelerinden geldi. Gazpacho yeni türeyen Porcupine Tree, Pure
Reason Revolution benzeri gruplardan bir tanesi. “Night” ile progresif rock sevenleri şaşkına çeviren
grubun hayranları da günden güne çoğalıyor. Beste aralarına violin gibi bir enstrümanı yerleştirip yürekleri dağladılar ve bir hüzün seli meydana getirdiler, helal olsun! “Massive Illusion”ı mutlaka dinlemelisiniz.

42- THE PRETENDERS
Break Up The Concrete
Punk, folk ve country’i iyi harmanlayan rock topluluklarından, 80’lerin kalburüstü gruplarından birisi The Pretenders. Onların bu son kaydı da 80’lerdeki çalışmalarını çokça anımsatıyor. Geçtiğimiz senenin en
başarılı çalışmalarından birisi de onlardan geldi ve hayranlarını küskünlüğe uğratmadılar.

43- ALANIS MORISSETTE
Flavors of Entanglement
Biz dinledik ve başarılı bulduk. İlk dinleyişte alışmak zor olsa da Kanada’nın başarılı ismi her albümünde
bir ya da iki şarkıyı dilimize dolayıveriyor. Bir önceki albümüyle arada 4 yıl oynamasına rağmen listelerde de çok başarılı bulundu bu albüm. 2008’in beklenen pop albümlerinden birisiydi ve Alanis hareketli şarkılarla ve video kliplerle adından söz ettirmesini bildi.

44- MARTIN ORFORD
The Old Road
Neo-Progressive rock grupları IQ ve Jadis’de yer almış deyim yerindeyse “çıtayı epey yükseltmiş” bir isim Martin Orford. Bu listede yer almasının sebebi ise bu albümüyle klasik progressive rock dinleyicilerini ters köşeye yatırması ve adından epey söz ettirmesidir. “The Old Road” bünyesinde John Wetton gibi klasik
bir ismi de barındırıyor ve albüm folk tınılarıyla beraber mükemmelliğe ulaşıyor. Geçtiğimiz senenin üç
beş kaliteli prog rock albümlerinden biri.

45- KARMAKANIC
Who’s The Boss In The Factory?
Progressive Rock’ın The Flower Kings ailesinden çıkmış mükemmel bir topluluk. 70’lerin Deep Purple tınıları, caz, fusion ve klasik müziğin buluşmasından doğmuş bir albüm karşımızdaki. Çok uzun melodi
pasajları, epik öğelerle süslemeler, bütünüyle bu albümde buluşmuş. 19:30 dakikalık “Send a Message
From The Heart”ın hatırına bile alınabilir ve keyifle dinlenebilir. Geçtiğimiz sene çoğu Prog Rocker bu
albümü konuşuyordu.

46- BLITZEN TRAPPER
Furr
Blitzen Trapper 2000’lerin başlangıcından beri var olmuş Amerikalı Indie Rock grubu. Deneysel olan
şarkılarında gizli olan bir şeyler gizli. “Wild Mountain Nation” Indie ailesi içerisinde saygın bir yere sahip ve grubun son albümü “Furr” ise bu başarısını ikiye katlıyor. Indie Rock’ın belki en üstlerinde gezinmiyorlar fakat sessiz ve derinden gelen bir yapıları olduğu gerçek.

47- BRIAN ENO & DAVID BRYNE
Everything That Happens Will Happen Today
Bu iki dost yeniden buluşur da adından söz ettirmez mi? Müzik dünyasında böyle buluşmalar çok etkileyici performans durumlarının yaşanmasına sebep olabiliyor. Gospel müziğini folk ve elektronika ile buluşturmakta bu ikilinin göreviydi ve geçtiğimiz sene bu albüm adından çokça söz ettirdi. Dinleyenler müzik dinledi, dinlemeyenler ise bir yerlerden bulup keyfini çıkarmalı…

48- KLAUS SCHULZE & LISA GERRARD
Farscape
Birisi Tangerine Dream ve solo albümlerle elektronik müziğin tanımını yapmış bir müzisyen, diğeri ise Dead Can Dance’in her şeyi diyebileceğimiz Lisa Gerrard. Durum bunu gösterirken geçtiğimiz senenin en güzel buluşmalarından birine daha tanıklık etmişti müzik dünyası. Lisa Gerrard vokalleriyle “Liquid Coincidence” bölümlerinden oluşan albümde Schulze’yi bir parça geride bıraksa da bu albüm Space müziğin son zamanlardaki çıtasını belirledi.

49 – SONNY LANDRETH
From The Reach
Slide gitarın tanımını yapmış ve “sağ parmak” tekniği ile birçok gitaristin ulaşmak istediği yere ulaşmış büyük bir müzisyen. “From The Reach” blues albümleri arasında geçtiğimiz sene çok konuşuldu ve bu albümün konukları ise Eric Clapton, Eric Johnson, Robben Ford ve Mark Knopfler gibi isimlerdi. Bu çalışma da country, blues ile harmanlanmıştı ve defalarca “dinlemeye doyulamaz” derecede bir his kaplıyordu içinizi… Müzik bu olmalı!

50- SUSAN TEDESCHI
Back To The River
Senenin daha son zamanlarında gelen mükemmel ötesi bir blues/soul albümü. Bu çalışma blues severler tarafından merakla bekleniyordu ve daha önce The Black Crowes, Madrugada, Primal Scream ve Tom Petty ile de çalışan yapımcı George Drakoulias bu albümün patronuydu. Sonuç ise tek kelimeyle “kusursuz”! Tedeschi’nin soul ve caz vokallerine çok iyi gidebilecek derecede iyi bir vokali var, bunu da bu albümünde çekinmeden sergilemiş.

VE DİĞERLERİ…

- RAZORLIGHT – Slipway Fires
- KAISER CHIEFS – Off with Their Heads
- THE MARS VOLTA – The Bedlam In Goliath
- THE MOUNTAIN GOATS – Heretic Pride
- WHITE LION – Return Of The Pride
- WHITESNAKE – Good to Be Bad
- ALKALINE TRIO – Agony & Irony
- TESLA – Forever More
- WE ARE SCIENTISTS – Brain Thrust Mastery
- RAZORLIGHT – Wire to Wire
- SUPERGRASS – Diamond Hoo Ha
- THE BLACK KEYS – Attack & Release
- JOE SATRIANI – Professor Satchafunkilus and the Musterion of Rock
- ELVIS COSTELLO – Momofuku
- BON IVER – For Emma For Everago
- SIGUR ROS - Með suð í eyrum við spilum endalaust
- THE SUBWAYS – All or Nothing
- MARILLION – Happiness Is The Road
- TRACY CHAPMAN – Our Bright Future
- DIDO – Safe Trip Home
- PORTUGAL.THE MAN – Censored Colors
- WILLE NELSON AND WYNTON MARSALIS – Two Men with the Blues


M o g w a i

                                                                   M O G W A I
                                                     Hayata derinlemesine süzülüşler...



Tıpkı bir soluk fotoğraf karesine bakar gibi. Müziğin ne hissettirdiğini sesli bir şekilde tam anlamıyla tanımlamak zor olsa da içimizde hapsettiğimiz bu hissiyatı bazen tek bir cümleyle aniden ortaya çıkarabilme gibi bir özelliğimiz hep vardır. Bazen de dinlediklerimiz hissettiklerimizi tıkar boğazımıza, oradan bir türlü çıkamaz, özgürleştiremez kendisini. Öyle bir yer düşünün ki ulaşılmaz olsun, öyle bir boşluk düşünün ki bulutlar gelsin sarmalasın ve öyle bir kıyı düşünün ki o sert dalgalar yüzünüze çarpsın. Ve bütün bu duyguları bir anda tattırabilecek birçok melodi düşünün ki hayatınıza bir fon olabilsin. Bulutlu ve soğuk iklimin kaotik insanlarını buluşturan bir müzik bu, belki dinledikten 40 dakika sonra size katarsis yaşatabilir ya da o sert dalgalarla boğuşturabilir, onlar kendilerini mutlu ve eğlendirici insanlar olarak tanıtadursun biz ise hayata dair bu iç burkan notalara derinlemesine süzülelim…

          Mogwai bugün Godspeed You Black Emperor ve Sigur Rós ile birlikte Post Rock’ın en çok bilinen üç grubundan biri olarak kabul ediliyor. Glasgow’da kurulan ve 1995 yılında temelleri atılan topluluğun ileriki zaman içerisinde oluşturduğu (1996–1997) materyalleri yıllarında gün ışığına çıkarması “Ten Rapid” adlı derleme albüm ile oldu. Bu toplama albüm fi kri ile birlikte grup ileri de birçok müzisyen ile çalışmalarda bulunacağının, şarkılarının remiks hallerinin, film-belgesel müziklerinin, single’ların EP’lerin ve çok sevdikleri şarkıların cover versiyonlarını yayınlama düşüncesini destekler nitelikte olduğunun da sinyallerini verdi. Zaman içerisinde görüldü ki Mogwai’nin bu tutumu kendilerini haklı çıkardı ve gerek fi lm-belgesel sektöründe ve müzik dünyasında bir dolu iyi isimle çalışarak şarkılarının remiks hallerinden tutun da cover şarkı söyleme çılgınlığına dek her alanda kendilerini gösterdiler. 1997 yılının bir anlamda önemi de “4 Satin” ismiyle yayınlanan ilk Mogwai EP’sinin piyasaya çıkmasıydı. Stuart Braithwaite, Brendan O’Hare, Dominic Aitchison ve John Cummings’den oluşan kadrosuyla Mogwai, ilk albümü olan “Young Team”i ise yine 1997’de beğenilere sundu.

         Post enstrümental rock’ın en iyi ürünlerinden birisini piyasaya süren grubun bu albümü çiğ soundu ile dikkatleri üzerine çekmekte gecikmedi. Daha yeni yeni o dönemlerde ilerici müzik akımlarına dahil edilen Post Rock akımının Tortoise, Labradford, Sigur Rós ve Godspeed You! Black Emperor ile birlikte en iyi topluluklarından birisinin Mogwai olacağı daha ilk albümden belliydi. Başlangıç hatasız ve başarılıydı. “Young Team”in birde konuğu vardı ki; o da geçtiğimiz senelerde dağıldıklarını açıklayan Arab Strap grubunun üyesi Aidan Moffat’tı. Albüm bir kenarda dursun Mogwai müziğinin “gitar temelli” olduğu apaçık belli oluyordu. Gitar melodisi ve rifl erinin üstüne deneysel bir takım düşünceler katan grubun minimalist yapısı da bir diğer önemli özelliğiydi. Rahatsız edici karmaşık “Katrien” melodileri, sentetik konuşma bölümlerinin bulunduğu “Tracy”, aniden patlayan ve sarsan “Like Herod” ve 16 dakikalık bir Mogwai klasiği olan “Mogwai Fear Satan”, “Young Team” albümünün temel taşları sayılabilir. Hatta albümden sonra “Mogwai Fear Satan”ın remiksini de çıkarmışlardır. Bu albümden sonra gruptan davulcu Brendan O’Hare ayrılıp ve yerine Martin Bulloch geçer. Mogwai’nin bir sonraki durağı “Come on Die Young”dı. Daha önce Paul Savage ile çalışan grup bu sefer de Mercury Rev ve Sparklehorse’dan tanıdığımız Dave Fridmann’ı yapımcı koltuğuna oturttu.

    İlk dinlenildiğinde pek güçlü etki veremeyen bu albüm bir önceki “Young Team” kadar güçlü ve karmaşık değildi, hatta bestelerde o kadar düzleşme görülüyordu ki bu çok eleştirildi. Dinleyiciler albümün ismine bakarak bir umutsuz pas beklemişti ama beklentiler boşa çıktı. Ama albümü beğenen diğer bir kitle de mevcuttu, onlar ise karamsarlığı bırakıp kendilerini “Come on Die Young”a teslim
etmişti bile. “Punk Rock” albümün ağır bir açılış çalışmasıydı. Şarkının derinlerinde Iggy Pop’ın Punk Rock hakkındaki görüşleri Mogwai müziğiyle etkileyici bir biçimde veriliyordu. “Cody” ise bir diğer farklı çalışmasıydı Mogwai’nin. Farkı ise şarkı yapısının iyimserliğinden ileri gelmekte… Belki de bu yüzden bu tarz besteler yüzünden albüme olumsuz eleştiri gelmiş olabilir diyorum. Bu çalışmada Mogwai’nin
çok sevdiği müzisyenlerden Arab Strap’ın Aidan Moffat’ına öykünerek yazdıkları “Waltz for Aidan” bir diğer ilginç çalışma olarak gözükmekte… Albümde “Kappa” ve “Ex-Cowboy” gibi uç besteler yanında “Christmas Steps” gibi enstrümantal müziğin tepe noktalarından bir çalışma da mevcut ki bu
albümle beraber insana farklı deneyimlerde yaşatıyor. Toplama albümlere yine devam eden grup 2000 yılında sanki bir albüm baskısı gibi duran “EP +6”yı çıkardı. “Stereo Dee” ve “Stanley Kubrick” albüm kayıtlarındaki çalışmalar gibi ilgi çekti.

         Mogwai’nin üçüncü durağı “Rock Action”dı. Sıra dışı olmaya hazırlanan bir grubun albümüne böyle basit bir isim vermesi şaşırtıcı. Hoş, albümden beklentiler o kadar da iyi değildi. O güzelim gitar tınıları gitmiş, o psychedelic hava kaybolmuş, yerine daha basit riflerle kotarılan açık bir gökyüzünde dinlenebilecek rahatlıkta bir albüm çıkararak sevenlerini ikinci kez şaşırtmıştır topluluk. Bu düşünceyi ilk iki albümdeki müzikal yapıyı bu albümle karşılaştırarak yapıyorum. Ama bir yandan da şöyle düşünülebilinir: Mogwai günden güne kendini geliştirebilen bir topluluk olarak çok farklı düşüncelerdeki
yapımcılarla bu işi en iyi şekilde tamamlayıp yoluna devam etmek düşüncesini de taşımış olabilir. Ve belki de bu albüm sanıldığı kadar vasat değildir. Beklentiler farklı olduğu için objektif bir şekilde düşünememek gerçeği şöyle dursun albüm her şeye rağmen ilgiyi hak ediyor. Çünkü iki albüme de benzemeyen bir çalışma karşımızda duruyor, Mogwai ise ilerici yapısıyla demek ki her albümde farklı tınıları kulaklarımızda dolaştıracak, bu sebeple bu negatif düşünceleri pozitife dönüştürmek gerek diye düşünüyorum. Mogwai’nin ilk iki albümüne göre daha yalın olan albümünde saf gitar melodilerini dolambaçsız, anti-deneysel bir şekilde kulaklara sunduğu bir gerçek. Bunun yanında ise albümdeki
besteleri tek tek incelediğimizde şöyle bir sonuca varıyoruz ki bu albüm gerçekten de iş yapar. Başarılı bir açılış şarkısı “Sine Wave”in yanında o kadar naif besteler var ki… “2 Rights Make 1 Wrong” ya da “Take Me Somewhere Nice” böyle değişik, düz, ama ruh halinize göre değişebilen yapıları da bünyesinde barındırıyor. Öyle çok fazla incelemeden grubun bir sonraki faaliyetlerine göz atmak istersek …

                                     MUTLU İNSANLAR İÇİN MUTLU MÜZİK Mİ?

               Yıl 2003’ü gösterirken Tortoise yıllar öncesinde “Millions Now Living Will Never Die”ı çıkarmış, Sigur Rós ise “( )” albümüyle tüm dünyada eşi ve benzeri olmadığını kanıtlamıştı. Post Rock kulvarında Mogwai’nin “Happy Songs for Happy People”ı tüm zamanların en iyi çıkışlarından birisi olarak değerlendirildi ve yukarıdaki grupların en iyi albümleri gibi “Happy Songs for Happy People”da onların buraya kadar ki en iyi hanesine yazıldı. Mogwai üzücü, depresif sınırlara adım attırıcı bir müzik yapıyor orası kesin, bu düşüncelerde bu albümle iyice onaylandı. “Hunted By a Freak” deyim yerindeyse kült bir açılış şarkısı. Yer yer yükselen yapıya karşılık gitarın o sakin ama rahatsız edici tınılarını üzerinde taşıyor. “Moses? I Amn’t” ise Mogwai’nin şimdiye kadar denediği en iyi ambient işlerden birisi olarak gözüküyor. Şarkıda kullanılan cello ise hüznü tarif etmekte gecikmiyor. “Kids Will Be Skeletons”ın durgun yapısı huzurla karışık bambaşka duygular yaşatmakta sanki. Sanırım Mogwai müziğinin tarifi de bu olmalı ama bunu da her seferinde deneysel bir şekilde yapsalar daha iyi olacak gibime geliyor. “Killing All the Flies” vokal efektlerine rağmen sinematografi k yapıyı da beraberinde barındırıyor. Böyle ambiyanslara bu albümde çokça rastlıyoruz. “Boring Machines Disturbs Sleep” ise albümün en yorucu yolculuklarından. Siren seslerini anımsatan, rahatsız edici temasına rağmen vokallerin oldukça iyi duyulabildiği, sizi derinlere dek götürebilecek aşmış Mogwai eserlerinden birisi.

      Yorucu olmasının sebebi ise bana göre zor dinlenilebilirliği olacaktır. “Ratts of the Capital”ın gitar tonlarının yarattığı sevinçli bir hava söz konusu ama baslar ile birlikte sanki bu hava dağılıyor, üzgün hale bürünüyor bu enstrümantal çalışma. Hafiften tonların sertleşmesiyle Explosions in the Sky melodilerini anımsatan sertliklere dek uzanıyor bu eser. Sadece birkaç nota üzerinden giden sakin bir beste olan “Golden Porsche”de ise piyano başrollerde geziniyor. Mogwai müziğinin “gitar eksenli” olmasından dolayı arada böyle piyanoyu ön plana almaları da albümdeki ilginç maceralardan oluyor kesinlikle. Aynı durum bir sonraki “I Know You Are But What Am I” için de geçerli ama bu çalışmada yer yer sample’ların yarattığı etkiyi kolay kolay üzerinizden atamıyorsunuz. “Stop Coming to My House” ise bu albümün kapanış çalışması. “Happy Songs for Happy People”ın piyasaya çıktıktan sonra müzik eleştirmenleri tarafından beğenilmesi öyle çok şaşılacak bir olay değil. Önümüzde çok başarılı bir albüm durmakta, deneysel yaklaşımları bu albümde pek öyle etkin bir şekilde kullandıkları söylenemez ama bu çalışma hakkında öyle bir gerçek var ki o da çoğu Mogwai dinleyicisinin kabul ettiği bir düşünce olan “Mogwai’nin en iyi işlerinden birisi” olduğu gerçeğidir.

      2006 senesinde Post Rock mevzusunda bir Gregor Samsa gerçeği ile karşılaştık. “55:12” adlı bu çalışma, o sene çıkan Mogwai’nin “Mr.Beast” albümüyle birlikte en sevilen albüm olmayı başardı. Explosions in the Sky ve Sigur Rós albüm çıkarmadığı için bu boşluktan yararlanan bu iki topluluk o
sene kariyerlerinin en iyi ürünlerini ortaya çıkardılar. Mogwai daha önceki çalışmalarından daha güçlü yapıdaki “Mr. Beast” albümünde deneysel sınırları zorlamakta gecikmediğini bu albümle vurguladı. Albümün içindeki her çalışma bir Mogwai klasiği gibi duruyor, gözleri dolduruyor sanki. “Auto Rock” ve “Glasgow Mega-Snake” arka arkaya çok iyi ikili olmuşlar gibi albümü sürüklemeye hazırlıyor dinleyicileri. “Acid Food” ise yine bilindik depresif duyguları yaşatıyor. “Travel is Dangerous” ve “Team Handed”da bu albümdeki gidişata en uygun eserler olarak gözükürken “Friend of the Night”da daha önce bahsettiğim piyanoyu başrole soyundurma olayı gerçekleşiyor ve başarılı oluyor da... “Folk Death 95” ve “We’re No Here” adlı çalışmalarla da bugüne kadar ki belki de en dibe çekici bestelerini dinletiyor bize Mogwai. Aynı yıl Darren Aronofsky’nin “The Fountain” adlı filmi için Clint Mansell ve Kronos Quartet ile çalıştılar. Ve daha sonra senenin sonuna yaklaşırken Fransalı futbolcu Zinedine
Zidane için çekilen belgesel bir fi lm için müzik bestelediler. “Zidane: A 21st Century Portarit” adındaki bu soundtrack albümünde gerek deneysel gerekse de sade bestelerle adlarından oldukça söz ettirdiler. 2007 yılını yeni albüm hazırlıkları için geçiren Mogwai 2008 yılında yine oldukça tartışma
yaratacak yeni albümü “The Hawk is Howling” ile dinleyici karşısına çıktılar. Bugüne kadar ki her albümünde aşağı yukarı bir değişimi uygulayan bir Mogwai bu albümünde tam orta safhada yer alıyor. Albümdeki şarkıları bir bir dinlediğinizde kimi zaman değişim yarattıklarını düşünüyorsunuz ama bir diğer düşünce de müziklerde ve bestelerde değişim yaratmadan ilerlediklerini ve vasat bir albüm çıkardıklarını da düşünmeden edemiyorsunuz. Bu noktada bir düşünce değer kazanıyor, o da Mogwai’i anlamaya çalışmak.


     Bu grup hakkında yazı yazmak ne kadar zorsa onları incelemek ve şarkılarında ne bulunduğunu, bu besteleri neden yaptıklarınıaçıklamakta o kadar zordur. “The Hawk is Howling” diğer bütün albümlerinin bir sentezi niteliğinde duruyor. Bunu çok fazla değişime uğramadan arada bir farklı denemeler deneyerek ulaşan topluluğun bu albümü de bence çok başarılı. Çünkü çok cesur bir grup var karşımızda, ne yaptığını çok iyi bilen, yanlış anlamaya çok müsait ama onların müziğini anladıktan sonra da takdir etmemizi bekleyen bir topluluk. “The Hawk is Howling”i Songs:Ohia ve Arab Strap yapımcısı Andy Miller ile kotaran Mogwai daha ilk şarkıda boğazımızda bir yumru oluşturuyor. “I’m Jim Morrison I’m Dead” tek kelimeyle “korkunç” bir çalışma. “3:56”. saniyeden sonra başlayan o tuşlu melodilerini şarkıyı karartmak için koymuşlar sanki. “Requiem for A Dream” filminin herhangi bir bölümüne rahatlıkla konabilecek derecede rahatsızlık veriyor. Bu tarz yapıyı defalarca sergilemelerine rağmen farklı noktaları da aralara yerleştirmekten çekinmiyorlar.

      İşte Mogwai’i anlamamıza yarayacak ipuçlarından bir tanesi. “Batcat” keza öyle bir çalışma. Sentezi ilk önce veriyorlar ve daha sonraki dinlemelerde müziğin katman katman yerleştirilmesinden dolayı alttaki sesler bir bir yukarı çıkıyor ve şaşırmaca oyunu oynuyorsunuz, Mogwai dehasının su yüzüne çıktığı bir albüm olarakta bakabiliriz bu çalışmaya. “Danphe And The Brain” ve “Local Authority” depresif sınırlarda gezinen iki Mogwai klasiği olmuş durumda. Barry Burns’ün ortaya çıkardığı o derin atmosferi bu iki çalışmada da çok rahat hissediyorsunuz. “The Sun Smells Too Loud”da sample’larla ortaya çıkarılan, gitarın yarattığı sürreal etkiye rağmen huzuru yakaladığınız bir beste olarak açıklayabiliriz.

      Bu albümdeki en ilgi çekici beste ise “I Love You, I’m Going To Blow Up Your School” olarak gözüküyor. Çoğu Mogwai dinleyicileri bu albümden bu çalışmayı çok sevdi. “Scotland’s Shame”, “The Precipice” ve “Kings Meadow”da “The Hawk is Howling”i olumlu derecede düşündüren “iyi” besteler.

     Kış müziği mi yoksa Sonbahar müziği mi yapıyorlar bir türlü karar veremediğim bir grup olan Mogwai, bana göre sadece “insanı derinliğe götüren”, “insanın boğazında koskoca bir yumru oluşturan”, “uzak diyarların kendine uzak insanlarını”, “gözyaşına boğan o dolu melodilerin yarattığı acıyı” anlatan “insanın düşüncelerini özgürleştiren” soğuk iklimin bence sıcak insanlarının yarattığı bir topluluktur. Onlar Mogwai. Glasgow İskoçya’dan…

siyahvebeyaz @ 2008

Blackmore's Night - Castles & Dreams (2 DVD)



BLACKMORE’S NIGHT
Castles & Dreams 2 DVD

              Bu grup için ne yazılsa boş diyerek ilk albüm “Shadow of the Moon”dan “Ghost of A Rose”a kadar sürekli iyi ve kaliteli müzikler üreten Ritchie Blackmore’un vizyonu bu proje ile iyice çeşitlenmişti. Her müzikseverin arşivinde olması gereken çok önemli bir çalışma ile karşı karşıyayız. Çalışmalarında “celtic” müziklerinden “new age” ve İspanyol ezgilerine dek varan bir “Rönesans” müziğinden bahsediyorum. Grubun bu DVD’si her şeyden önce küçük bir tarihi yansıtıyor ve her yönü ile mükemmel bir çalışmaya imza atılmasında takdiri hak ediyor. 2 DVD’den oluşan bu çalışmanın ilk DVD’sinde 2004 yılında Burg Neuhaus’da verdikleri konserin tamamını bize sunuyorlar. Her albümden şarkılara yer verilmiş fakat DVD’de Candice Night’ın “Soldier of Fortune”, “Black Night” ve harika bir yorum sunduğu “Child In Time” gibi klasik Deep Purple şarkılarının bulunması ise ayrı bir güzellik katmış. 

          Görüntüler çok kaliteli olmakla birlikte ilk DVD’de ayrıca “Ritchie Blackmore Guitar Special” bölümü de mevcut. İkinci DVD’yi incelediğimizde ise 5 bölümden oluştuğunu görüyoruz. İlk bölümde “Shadow of the Moon”, “Queen For A Day”, “Christmas Eve” gibi şarkıların akustik yorumlanmasına yer verilmiş.  İkinci bölüm ise videolara ayrılmış. Bob Dylan’ın “The Times They Are A Changin’, “Way To Mandalay”, “Once In A Million Years” ve animsayon görüntüleri ile desteklenen “Hanging Tree” ve “Christmas Eve” klipleri mevcut. Üçüncü bölümde “Documanteries” adını taşıyor. Blackmore’s Night tarihçesi, Ritchie ve Candice’in tanıtım bölümleri ve Alman TV’sindeki görüntüler mevcut. 4. bölüm Blackmore’s Night diskografisi ve grup elemanlarının biyografileri şeklinde yer alırken, 5. bölüm ise “Special Bonus” adını taşıyor. Resimler ve Candice Night için yapılmış kısa bir film, röportajlar ve çok daha fazlası bu DVD’de. Şimdiye kadar gördüğüm en kapsamlı müzik DVD’si buydu. Sevenleri kaçırmamalı.

*rockstation'da yayımlanmıştır.(2005)

Kaipa - Angling Feelings



KAIPA
Angling Feelings

               Kaipa, İsveç’in geleneksel ve köklü Senfonik Progresif Rock gruplarından bir tanesidir. Köklü oluşları kuruluşunun 70’lere kadar uzanmasıyla ilgili olup kendileri YES eksenli müzik yapmakta ve içerisine hafiften folk melodileri ve virtüöz kokan yaklaşımlar sergilemekte sakınca görmüyor. Gerçektende son çıkan üç albüme bakıldığında; hatta bu albümlere “Notes From The Past”i de eklediğinizde grubun çizgisinin şaşmadığını hissediyorsunuz. Hans Lundin ve Roine Stolt grubun kuruluşunda yer alan isimler. Roine Stolt, The Flower Kings’e (kendi grubudur) daha fazla zaman ayırmak için Kaipa’dan ve The Tangent’dan ayrıldı. Tabii yerine gelen isim önemliydi çünkü Roine Stolt’un yeri öyle kolay kolay doldurulmaz. Ciddi bir yetkinlik gerekir. Yerine gelen isim ise Scar Symmetry adlı heavy metal grubundan Per Nilsson. Bu genç müzisyen Kaipa’nın gitaristliğini üstlenmiş durumda ve gerçekten çok başarılı. Roine Stolt’un tarzını iyice sindirmişe benziyor.

Albümde caz ve folk geçişleri yanında Aleena Gibson’un (İsveçli bir country yorumcusudur) vokalleri de ilgi çekmekte. Per Nilsson'u dinleyince Roine’in bu albümde olmamasının çok eksiklik olduğunu düşünmüyorum; çünkü Per Nilsson görevini başarıyla yerine getiriyor. Gitar sololar ciddi ciddi virtüözite kokuyor. Yer yer bluesy rifler atarak hayretlerimizi de gizlemiyoruz çoğu zaman. Jonas Reingold (The Flower Kings, The Tangent, Karmakanic) ise bas tonuyla harikalar yaratmış. Zaten tanıyanlar bu tonu nerede duysa Jonas Reingold derler. Patrik Lundström o donuk vokallerini burada da sergilemiş. Roine’in olmaması ona daha fazla görev almasını sağlamış. Morgan Ågren’i ise daha hareketli bulduğumu yazmalıyım. Kaipa'nın bir önceki “Mindrevolutions” albümüne göre daha hareketli besteler olduğundan bu yetenekli davulcu da gayet karmaşık ritimler atmış. 

Hans Lundin ise “Notes From The Past” albümünden beri kullandığı klavye tonundan burada da vazgeçmiyor ve klasik tarzını uyguluyor. “Angling Feelings”in içerisinde o kadar güzel şarkılar var ki sanki kendinizi bir masal içerisinde yaşıyor gibi hissediyorsunuz. “The Glorious Silence Within”, “The Fleeting Existence Of Time”, “Path Of Humbleness” ve “Liquid Holes In The Sky” gibi üstün besteler mevcut. Geleneksel yapıyı elden bırakmamış bu topluluk kendi yolunda şaşırmamacasına ilerliyor ve bize hayran olmak düşüyor. Bu grubu eğer dinlememişseniz 70’lere şöyle bir gidin ve ilk albümünden itibaren başlayın. Eğer 2000 dönemini merak ediyorsanız “Notes From The Past” iyi bir başlangıç olabilir. “Angling Feelings” ise kendilerinin en iyi kayıtlarından birisi olarak gözüküyor.

*rockstation'da yayımlanmıştır.

Marc Ford - Weary And Wired



MARC FORD
Weary And Wired

            Marc Ford kimdir ve hangi gruplarla ve isimlerle çalışmıştır desem ve iki isim versem eminim bazılarımız onu takdirle karşılayacak, bazılarımız da onu tanımaya çalışacaktır. Uzun yıllar The Black Crowes gibi mükemmel bir "Hard Rock Jam Band" grubuyla takılıp, sonra Ben Harper ile turlayan ve kendi grubuyla çalışan üstün bir müzisyen bestecidir kendisi. Kendine özgü tonunu da çoktan yaratmış bir gitaristtir. İlk öncelikle Burning Tree’de çalıp sonra The Black Crowes’a geçmiştir ve bu toplulukla ilk olarak “The Southern Harmony And Musical Companion”ı kaydedip “Amorica” albümü ile kendisini ispatlamıştır. Buradaki gitar tonları gruba çok etki etmiştir ve albümlerin çok başarılı olmasını sağlamıştır. Sonra kendi müzikal yönünü çizmek amacıyla The Black Crowes ile ayrılıp kısa süre Ben Harper ile takılmıştır. İlk albümü “It’s About Time”ı çıkarıp yıllar sonra “Weary And Wired” adlı bu ikinci albümünü piyasaya sürer. Marc Ford’un müzikal yönü blues, rock ve funk üçgeninde geziniyor. Rolling Stones, Deep Purple, The Black Crowes, Cream, Eric Clapton, Chuck Berry, Tom Petty, Ben Harper ve Neil Young gibi sanatçı ve gruplardan etkilenen bir Marc Ford dinliyoruz. Yer yer punk etkileşimlerini de hissedebildiğimiz albümde birbirinden başarılı 15 çalışma mevcut. Marc Ford’a baslarda Muddy ve davullarda Doni Gray eşlik ediyor. Ford’un oğlu olan Elijah'ı da bu albümde dinleyebiliyoruz.

            Albüme punk etkileşimli “Featherweight Dreamland” ile girilmekte. Bu şarkıda Marc Ford’un vokalleri zaman zaman The Black Crowes vokalisti Chris Robinson’ı anımsatıyor. “Don’t Come Around” adlı şarkıda ise gitara groovy bir yapı enjekte etmiş sayın Marc Ford, gitar efektlerini yeterince etkileyici kullanıyor. “It’ll Be Over Soon” ise eski Tom Petty şarkılarını anımsatmakta. “Dirty Girl” ise Tom Petty’nin kendi grubu Heartbreakers ile yaptığı çalışmalara benziyor. Ayrıca öyle bir ton tutturmuş ki hemen alışıyor ve beğeniveriyorsunuz. “The Other Side” Clapton’a bir saygı niteliğinde dururken “1000 Ways” ise blues etkili mükemmel bir çalışma. “Smoke Signals”da Neil Young’a selam çakarken, “Greazy Chicken”da ise funky havalara bürünüyor Mr. Marc Ford. “The Same Thing” ise bir Willie Dixon cover’ı ve çok iyi yorumlamış denilebilir. “Just Take The Money”e gelince albümün en canlı bestelerinden diyebilirim. Marc Ford çok iyi bir albüm çıkartmış. Öncelikle slide gitarla ilgilenenlere, ton nasıl yaratılır merak edenlere, The Black Crowes ve modern blues dinleyicilerine şiddetle önerilir efendim.

*rockstation'da yayımlanmıştır.(2005)

The Flower Kings - Adam & Eve



THE FLOWER KINGS
Adam & Eve

            Bundan önce İsveç’li Progresif Rock gruplarından korktuğumu yazmıştım ve gerçektende öyle. Adam & Eve albümü de bu düşüncemi iyice perçinleştirmiş oldu. Grubun gitaristi Roine Stolt’u takip etmek imkansız. Çok farklı proje gruplarında müzik yapan ve sayılarını bile tahmin edemediğim besteleri neticesinde kendisine saygımız sonsuz. The Flower Kings olarak ilk albümden beri çok değişen ve gelişen bu grup bu albümüyle 10. yaşını da kutluyor. Hem de kadrosuna Pain of Salvation grubundan Daniel Gildenlöw’ü katarak. Aslında Daniel bundan önceki “Meet The Flower Kings”de de yer alıyordu ve fakat orada pek faal değildi sadece arkada gitara ritim tutup geri vokallere katılıyordu ama bu albümde kendisinin sesini de çok iyi duyabiliyoruz. The Flower Kings albümde kendi müziklerinin klasik kalıplarını kullanarak standart bir çalışmaya imza atmış ve jazz/fusion’dan tutun senfonik rock sularına değin her şey mevcut. 

           YES etkilerini iliklerimize kadar hissedip 20 dakikalık açılış şarkısı “Love Supreme”de bile sıkılmıyoruz. Çünkü uzun şarkılar genelde insanları sıkabiliyor ama The Flower Kings bunun çözümünü çok iyi bulmuş oldukça akıcı bir çalışmaya imza atmış. Akustik pasajlarla besteyi dinlendirmeler ve aniden giren nota populasyonuyla da farkını ortaya koyuyor. İkinci şarkı “Cosmic Circus” ise pop etkili, fütüristik yaklaşımlı nefis bir şarkı ve albümünde en iyilerinden birisi. O ilk başlangıcı insanın içini bir hoş ediyor. Daniel’ın teatral vokallerini sergilediği “A Vampire’s View” ise The Flower Kings’in şimdiye kadar kullanmadığı vokal bölümlerini içermekte. “Starlight Man”, 18 dakikalık “Drivers” Seat” albümle aynı adı taşıyan “Adam & Eve” gayet hoş besteler. Öyle çok iddiası olmayan bu çalışma neticesinde grup yoluna emin adımlarla devam etmekte. Ama siz siz olun o “Cosmic Circus”un yoluna kendinizi kaptırın.

 *rockstation'da yayımlanmıştır. (2005)

White Willow - Storm Season



WHITE WILLOW
Storm Season

          Norveç’li prog rocker’lar en sonunda en iyi albümlerini çıkarttı. “Ignis Fatus”, “Ex Tenebris” ve “Sacrament” albümleri ile hitap ettiği kesimde haklı bir yer edinen grup kuzey müzik topluluklarının bir türlü vazgeçemediği kadın vokal kullanımını bu albümde de sürdürüyor. Vokalist Sylvia Erichsen genelde albümün tamamını sesiyle götürüyor ve kendisinin çok etkileyici bir ses var. Çello ve flüt gibi enstrümanlar şarkılarda neredeyse karakter yaratmış derecede güçlü kullanılarak yorumlanmış, klavye melodileri ise ambiyans yaratmakla kalmamış şarkıları daha da duygusal hale büründürmüş. Bu çalışmada dikkat ettiğim bir nokta var ki, o da çoğu melodi zenginliğinin 70’li yıllardaki gruplardan esinlenilmiş olması. Dramatik geçişler ve sıra dışı melodilerle birlikte albümde göze çarpan şarkılar olarak başlangıçtaki “Chemical Sunset”, “Endless Science”, “muhteşem şarkı “Soulburn”ü sayabilirim. Müziğin verdiği hissiyat ile söyleyebileceğim şey ise kuzey gruplarının müziğinde var olduğu hüzün ve karamsarlık noktasındaki umutsuzluk albümün her yerine sinmiş durumda. Çok detaylı ve nefis bir çalışma bu.

*rockstation'da yayımlanmıştır. (2005)