26 Temmuz 2014 Cumartesi

Opeth ve Pale Communion

         Opeth ve Pale Communion
       Retro sorunlar 2014


           Hep söylenip durulan bir şey bu; ”Opeth çok bozdu. Nerede eski zamanları? Ben eski brütal progresif death metal günlerini özlüyorum. Ya da bir “Morningrise” ya da “Still Life” gibi albüm çıkaramadılar.” gibilerinden serzenişleri o kadar çok duyuyoruz ki, ama artık önümüzde yepyeni bir Opeth’imiz var gelecek onlar için parlak gözüküyor. Acaba? Opeth’in aynı Dream Theater gibi Porcupine Tree gibi kemik bir dinleyici kitlesi var ve yeni bir albüm çıktığında müzikal farklılıklardan dolayı ya ikiye bölünüyorlar ya da paşa paşa albüm iyi değilmiş gibi gözükse de “Bu albüm aslında fena değil biraz daha dinlersem süper bir albüm olacak gibi…” söylemleri geliştirebilen çok hayalperest dinleyicileri de mevcut. Aynı olay Dream Theater dinleyicilerinde de görmekteyiz. Çünkü mutlaka gruba iyi pay çıkarmak isteyecek ve kendi dinlediği grubun en iyi topluluk, en iyi en kaliteli müzik icra eden grup olduğunu kendisine kabul ettirecek düşünceler geliştiriyorlar. Bu da psikolojik bir şey sonuçta.


          Opeth’in “Morningrise”ı çıktığında çoğu insan böyle orijinal bir müziği duyduğuna inanamadı ve grup kulaktan kulağa yayıldı dinlendi sevildi. Zaman içerisinde ta ki “Blackwater Park” albümüne kadar bir şeyler iyi gitti ancak bu “Blackwater Park” ile gelen Porcupine Tree baş adamı Steven Wilson gruba çok yüklü bir aşı uygulayarak hem sound değişiminin başlangıcını yaptı hem de “Harvest” v.b. şarkılarda tarz değişiminin başlangıcını yarattı. Sonraki gelen “Deliverance” her ne kadar sert ve teknik bir albüm olsa da “Damnation” bir onun kadar yumuşak ve daha progresif rock ile iç içe olan bir çalışmaydı. “Damnation” gibi bir albümü yaratmak hem Mikael Åkerfeldt’in hem de Steven Wilson’un desteklemeleri sonucunda oluşan bir fikirdi. Åkerfeldt’in aklında çok daha büyük projeler vardı fakat bunları zaman geçtikçe ileride ortaya çıkaracaktı. Şu bir gerçek ki Steven Wilson’un parmağının değdiği her yer güllük gülistanlık olmuyor maalesef. Opeth’in müziğini ters yöne çeviren beyinlerden birisi olarak yaptığı prodüktörlük sonuçlarının belli başlı taraflarını pek kabullenemiyorum. Åkerfeldt’i çok etki altında bırakıp fikirlerini çürüten ve “şu şöyle değil de böyle olmalı” diyen bir müzik adamı. Çok mükemmelliyetçi. Bu da belki karşısında özgür olmak isteyen bir Åkerfeldt’i etkiliyor. “Ghost Reveries’de beraber çalıştıkları Jens Bogren ise kişiyi karşısında özgür bırakan bir yapıya sahip. Orphaned Land’in “All Is One”ın da görüldüğü gibi oluşturduğu sound su gibi akıp gitmekte… E “Ghost Reveries” albümünün de nasıl mükemmel tonlara sahip olduğunu gördüğümüzde ise bu isim bana göre Opeth müziği ile ve Mikael Åkerfeldt’in birlikte çalışmasıyla iyi bir bileşim sunuyor dinleyiciye.


            “Watershed” albümünde de Bogren ile birlikte çalıştıktan sonra da “Heritage”de Åkerfeldt kendisini daha özgür bularak daha da kök bir sounda merhaba deyip bir Retro bir Progresif Rock albümüyle karşımıza çıktı. Bu aslında Opeth’in bambaşka ırmaklara açıldığının bir göstergesiydi. “Heritage”in de aslında çok iyi bir albüm olduğunu söyleyebilseydim keşke. Mikael Åkerfeldt’in neredeyse yaşamının çoğu Progresif Rock plaklarıyla, gruplarıyla ve 70’lerin o kendine has dönemi ile birlikte geçmişti. Progresif Rock müziğine hâkim olmayan birisi bu ortaya çıkarılan “Heritage” albümünü çok farklı yorumlayabilir belki grubun çok özgün bir şeyler sunduğunu bize söyleyebilir ancak gerçek öyle değil. Çok uzun yıllar Progresif Rock dinlemesem bu albümün bir başyapıt olduğunu söyleyebilirim ama durum çok farklı. “Heritage” kendi içerisinde yani Opeth müziği içerisinde çok özgün bir yapıya sahip olabilir. Bu Opeth için yeni bir müziktir fakat genel olarak baktığımızda bu albümde yapılan işlerin çoğu aslında 70’lerde yapılmış bitmiş. Mikael Åkerfeldt sadece üstüne yepyeni bir cila çekmiş o kadar. Adı üstünde albümün ismi, “miras, gelenek” olduğu için Åkerfeldt bunu dinlediği müziğe bir armağanı şeklinde sunmuş. Onun için farklı farklı gruplardan etkilenip öyle oluşturmuş bu çalışmayı. Albümden “Folklore”, “The Devil’s Orchard” ve "Häxprocess" iyi değil mi? Elbette kendi içerisinde kendi kulvarında iyi besteler ama bu gibi bestelerde temel olan tonları ve o hissiyatı zamanında diğer topluluklar kullanmış. Bu bir özgünlük olarak algılanmamalı. Birth Control ve dönemin diğer Alman heavy progresif rock grupları ve Norveçli Lucifer Was grubunun albümlerine bakılabilir bunun için.


      Kendi düşüncelerime dayanarak ve yıllarca Progresif Rock ile iç içe olan birisi olarak Mikael Åkerfeldt’in genel olarak etkilendiği, feyz aldığı ve Opeth albümlerinde kullandığı belli başlı isimleri sıralamak ve bunu öğrenmek isteyen kişilere de yardımcı olmak istiyorum. Åkerfeldt’in elindeki 70’lere ait Progresif Rock plakları içerisinde ve kendi dinlediği yeni gruplarda dâhil öyle sıralayabilirim. Öncelikle kendisi Alman ve literatürde German Rock olarak geçen gruplara çok özel bir ilgi duyuyor. Amon Düül II, Frumpy, Novalis, Grobschnitt, Nektar, Triumvirat gibi gruplar bir yana The Cosmic Jokers gibi uçuk toplulukları da dikkatle takip eder. Bunun yanında İngiliz YES grubunun ilk dönemleri, Cressida -plakları vardır kendisinde-  ve Psychedelic Folk gruplarından Comus ile de yakın ilişkiler içindedir. Ayrıca Camel’ı da çok özel olarak dinler ve kendi son dönem gitar tonlarında Andrew Latimer’ın etkisinde çok kalarak onun bir başka versiyonu olmuştur. “Heritage” albümünde kullandığı ve Alman Birth Control grubundan etkilendiği o heavy Progresif Rock temalı şarkılarını bu son dönem yapıtlarında oldukça kullanır. Yakın dönemden ise Änglagård’ın özellikle “Hybris” albümünden etkilenmesi ve Anekdoten’in albümlerinde kullandığı o karanlık temalı moog geçişlerini kullanması da ekstra bir bilgi olarak verilebilir. Bunun yanında İtalyan Senfonik gruplarına da çok ilgi duyar. Bu gruplar genelde çok depresif olmamakla birlikte çok derin bir melodik yapıyı beraberinde getirir ve bunun da Opeth’in son dönem eserlerinde kullandığı sinematografik geçişli eserlerine büyük katkısı olmuştur. Özellikle birazdan irdeleyeceğimiz “Pale Communion”da İtalyan progresif Rock gruplarından nasıl etkilenildiğini yazacağız.


    Opeth’in özgünlüğü, kendi oluşturdukları müziğe ait ilk denemeleri “Orchid”, “Morningrise”, “Still Life” gibi çalışmalarda görmüştük oysa bugün “Pale Communion”a bakıyorum ve hayrete düşüyorum.  Åkerfeldt’in söylediklerine dayanarak çok melodik ve zaman zaman sert tonlarla birlikte 70’lerin stiline yakın duran bir albüm geleceğinin sinyallerini kendisinden almıştık. Anlaşılan o ki “Pale Communion” ile sevenleri yine ikiye bölecek ve dinleyenleri mutlaka bir şeyler karalama ihtiyacı duyacak ve olur olmaz laflarla bezenmiş bir sürü şey okuyacağız hakkında. Kimileri “olmamış” diyecek, kimileri ise “çok süper albüm olmuş” diyerek ayrı kitleleri oluşturacaklar. Ben yine özgünlük düşüncesinden ortaya çıkarak –ki böyle yapmak zorundayım. Çünkü dinlediğimiz grup ilk dönemlerinde bunun kitabını yazmıştı. Doğru mu? Doğru.-  Opeth’in bu yeni çalışmasıyla ilgili belli başlı başlıklardan girerek sonuca gelmek istiyorum. Öncelikle Åkerfeldt’in zaman içerisinde söyledikleri aklımızın bir kenarında durmalı. Bunun yanında gruba yeni gelen Joakim Svalberg’in ne derece üstün bir müzisyen ve kendi enstrümanında ne derece yetkin bir isim olduğu da göz ardı edilmemeli. Eski klavyeci Per Wiberg genellikle beste içerisinde çok geri planda duran, org ve moog tınılarını bazen zor duyduğumuz güçlükte çalardı. Bunu albüm miksajcısı veya Åkerfeldt özellikle mi isterdi bilmiyorum ancak “Pale Communion” ile bu düşünce kırılmış gibi duruyor. Ki bütün şarkılara baktığımızda Joakim Svalberg oldukça ön planda duruyor. Svalberg’in geçmişi çok parlak olmasa da İsveç’te Qoph grubunda çaldığı yıllarda oldukça aktifti ve onların iki albümünde yer alarak sentez müziğinin en iyi örneklerinden birisini sergilemişti. Jazz alt yapısı, fusion’a olan ilgisi, doğaçlamaya yatkınlığı ise beste içerisinde çok belli oluyor. Kendisinin “Pale Communion”da bu kadar aktif olmasının sebebi ise bana göre beste yapılarından kaynaklanıyor. Gitarı olabildiğince biraz geri çekerek bunu sağlayan Åkerfeldt, Svalberg’in nasıl çaldığını bildiği için ondan çok özel tonlamalar isteyip volümünü de biraz açıp olayı böyle tamamlamak istemiştir.
 
PALE COMMUNION

            “Heritage” özgün olmamasına karşın bütünlük arz eden bir yapıya sahipti ancak bunu yeni çalışma “Pale Communion”da maalesef göremiyoruz. Arada besteler bazında iki albüm arasında köprü kurulmuş durumda ve birisi daha Retro bir yönü sergilerken bir diğeri ise bu Retro yöne biraz modern tınlamalar koyarak farklılığını kanıtlamak istiyor ama işte sorun da burada başlıyor. “Pale Communion”da her şey var. Jazz’dan tutun folk geçişlerine, bluesy tatlardan tutun da çok yoğun progresif öğelere kadar her şey mevcut ancak albümü dinletecek ve dinleme içerisinde sürekliliği sağlayacak materyallerin yokluğu da bu çalışmanın başarılı olmasını engelliyor. Bunun sebeplerinden birisi de bestelerdeki zorlayıcılık unsuru. Beste içerisinde bazı bölümler olabildiğince uzun tutulmuş, sıkıcılık sağlanarak zorlama melodilerle geçiştirilmeye çalışılmış. Mesela albüme giriş şarkısı “Eternal Rains Will Come” çok başarılı bir şarkı olmasına rağmen ardından gelen “Cusp Of Eternity”de sorunlar başlıyor ve devamında “Moon Above, Sun Below” ile bu başarısızlık devam ediyor. Eternal Rains Will Come” başlı başına etkileyici bir eser. Girişindeki kesik kesik güçlü org tınıları bile nasıl canavar bir klavyeci ile karşı karşıya kaldığımızın ve nasıl da kompleks bir beste dinlediğimizin kanıtı gibi duruyor. İlk dinlediğimde çok beğendiğim “Cusp Of Eternity” ise sonraki dinlemelerde bana çok özelliksiz gelerek büyük hayretler içerisinde bıraktı. Şarkının düz, inişsiz çıkışsız olduğunu geçtim melodiler oldukça basit kalmış ve Åkerfeldt’in harmonik vokalleri de şarkıyı kurtaramamış. “Moon Above, Sun Below” ise Andrew Latimer’ın o bilindik karakterli gitar tonlarının Åkerfeldt tarafından icrası sonucunda bir parça ilginç hale gelmiş ama o bluesy rifler sonrasındaki hareketli kısımlarında başlayan inanılmaz zorlama geçişlerle dolu. Gitar sololar bir parça sertlik düzeyini ayarlamaya çalışıyor, Svalberg gerilerde muhteşem takılmakta ancak 5. Dakikadan sonra Åkerfeldt’in akustik gitar ile buluşmasından sonraki o ara geçiş inanılmaz sıkıyor. Sonraki bölümler ise tümden insanın sabırlarını zorluyor. Svalberg’in org tonu her ne kadar mükemmel olsa da genel olarak yani davul ile gitarlar ile düşünüldüğünde pek başarılı değil. Sıradan bir grup bu şarkıyı yapsa olağanüstü diyebiliriz ancak Opeth’den böyle niteliksiz eserler duymak hakikaten can sıkıcı. 10-15 defa dinlersin bir kenara kaldırırsın. Ancak son 30 saniyedeki piyano ile kapanış harika olmuş.



    Akustik enstrümanlarla başlayan “Elysian Woes” ise komple muhteşem bir eser. Bu besteye hatta geri planda gerçek flüt, obua da katkıda bulunsaydı çok daha iyi olabilirdi. Şarkının 2:30 dakikasından sonraki sinematografik geçişler ve Åkerfeldt’in o hüzünlü gitar tınıları inanılmaz ambiyans yaratıyor. İtalyan senfonik progresif rock gruplarının yaptığı işlere benziyor açıkçası. Bu şarkı “Damnation” albümünde olsaydı eminim hiç sırıtmazdı. Ardından gelen enstrümental “Goblin” ise Svalberg’in fusion tınılarıyla başlıyor. Geride de sanki Amerikan dedektiflik dizileri müziğini anımsatan ve süreklilik içeren dopdolu bir melodiler ağı mevcut. Gerçekten de çok usta işi bir çalışma olmuş. Svalberg’in org tınları hakikaten çok üst düzey ve çok ön planda bu da besteye olumlu bir katkı yapmış. İtalyan korku filmleri ustası Dario Argento’nun müziklerini yapan 70’li yıllarda çok ünlü olmuş İtalyan Goblin adlı gruba saygı niteliğinde olan bu çalışma genel olarak dinlendiğinde ve Dario Argento’nun filmlerini de göz önüne getirdiğinizde müthiş bir atmosfer sunuyor dinleyiciye.


      “Pale Communion”daki vasat çalışmalardan ikisi “River” ve “Voice of Treason” arka arkaya resmediliyor. Bu albüm için büyük bir handikap olmuş. Her iki şarkı da çok iyi başlıyor hatta epik olarak nitelendirebileceğimiz melodiler de var ama bunlar maalesef beste ilerlediğinde bir amaca hizmet etmekten çok, çok havada kalıyor ve sonuca ulaşmıyor. Åkerfeldt her zaman beste içerisinde ilgi çekici yönler kullanır, ne bileyim ufak bir perküsyon geçişi, ufak bir akustik gitar tınısı… Bu bestelerde de bunlar mevcut ancak melodiler iyi değil ve insanın o halet-i ruhiyesini değiştirmiyor. “River”daki o bluesy gitar geçişleri çok nefis ancak devamında bazen Åkerfeldt’in kendi için yazmış olduğu vokal melodileri de yetersiz gelmiş ve iyi olmamış. Bunlar işte birbirlerini tamamlamıyorlar ve ne oluyor? Albümdeki o bütünlük hissi kayboluyor. Svalberg her ne kadar çok iyi çalsa bile diğerleri Mendez olsun Fredrik Åkesson olsun çok iyi yorumlasalar da bunlar bestenin kendisi iyi olmadığı için pek ilgi çekici gelmiyor. 10-15 defa dinleyip bir kenara atıyorsun. Albümdeki son çalışma ise “Faith In Others” adını taşıyor ve “Pale Communion”daki en iyi çalışmalardan birisini dinliyoruz ve müthiş bir kapanış eseri. Epik düzenlemelerin olduğu çok ilginç bir şarkı olarak kulağa çarpıyor. Başlangıcı bile efsane olabilir ilerde.



     Bana göre “Pale Communion” üzerinde çok tartışılacak olan, dinleyenleri ikiye bölecek ve böylece ortada kalacak, ortalama, standart bir Opeth albümü. Çok iyi bir albüm mü? Hayır, kesinlikle değil. Eğer “River”, “Voice of Treason”, “Cusp of Eternity” ve “Moon Above, Sun Below”’un dediğim yönleri çok daha iyi kotarılsaydı belki Opeth'in “en iyi” kategorilerinden kendisine iyi bir yer bulacaktı. Defalarca dinledikten sonra ve diğer albümlerini de aklınıza getirdiğinizde kulağınızda çok iyi bir şey bırakmadığı bir gerçek. Opeth’in geleceği konusunda çok net bir fikre sahip değilim ancak böyle, bu tarz arayışlarla geçiştirilecekse bir şeylerin gelecekte iyi olmayacağını söyleyebilirim. Tabii bunlar arayış konusudur ve Åkerfeldt ileride gerçekten de çok iyi işlerle karşımıza çıkar o zaman biz de onu zevkle dinlemeye devam ederiz. 

7/10 

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Royal Hunt - A Life To Die For

ROYAL HUNT – A Life To Die For
Akıl almaz formülize yaklaşımlar.


       
      Çok dramatik! Kolay değil aslında yıllar önce müzik yapmaya başlamışsın, bir grup oluşturmuşsun ve senelerce orijinalitesi yüksek bir tarz yakalayıp insanlara bunu sunuyorsun. İnsanlar ise geçmişten gelen bu birikimin benzer yansımalarını dikkatlice dinliyor ve takdir ediyor. André Andersen grubu ilk kurduğunda nasıl bir müzik icra etme konusunda kendi kafasında fikir birliğine girişmişken ileride de bunun benzer yansımalarını göreceğinden kanımca şüphe duymamıştır. Çünkü çocukluktan itibaren mükemmeliyetçi yetişme tarzının getirdiği ve tutkunu olduğu klasik ve barok müziğin o ciddi kulvarlarlarında dolaşmasının mevyesi de tahmin edersiniz ki böyle olacaktır. Sırf böyle düşünmesi sonucunda var olduğu noktayı tarif etmek hiç de zor değil. Konserlerdeki o ciddi tavrının altında yatan düşünceler, konser sırasında bir gitarın, bir davulun o anda nasıl çalınması gerektiği, bir melodinin aslına uygun yorumlanması zorunluluğunda olması gibi yaklaşımlar da kendisinin bu mükemmeliyetçi tavrının sonucudur. Gerek grubu Royal Hunt’ın başyapıtı sayılan “Paradox” ve gerekse de “Show Me How To Live” albümünde grubun geçmişine yönelik bilgiler verdiğimiz için sözü edilecek olan bu tanıtımda buna benzer bilgilere yer verilmeyecektir.

Müziği mekanik olup da aynı zamanda duygusal olabilen kaç gruba rastladınız? Veya progresif metal türü içinde yer alıp da aynı zamanda senfonik olabilen ancak yalnızca hard rock ve melodik rock türlerini de içerisinde barındırabilen kaç grup dinlediniz? Şöyle düşünüp de cevap vermeniz eminim ki zor olacaktır. İşte Royal Hunt içerisinde barındırdığı bu zenginlik ile yıllardır aynı pencereden bakıp durmakta. Çok daha önceden işledikleri sci-fi konseptleriyle, aşk-sevgi şarkılarına geçit vermeksizin yazdıkları gerçekçi şarkı sözleriyle kendi alanında belki de tek başına yürüyüp duruyor. Eski albümleri göz önünde bulundurduğunuzda “Moving Target”, “Fear“, “Mission” gibi çalışmalarına baktığımızda belli olan ses içerisindeki o mekanik tınıları çok rahat alabilirsiniz. Bunu da André Andersen o kadar usta bir şekilde beste yapısına yerleştiriyor ki ardından gelen klavye solo veya gitar solo sizi aniden duygusal bir dünyanın içine çekebiliyor. Geçmişten gelen formülize yaklaşımları da aynı şekilde bugün bile başarıyla uyguluyorlar. “Paradox” albümündeki klavye tonlarını ya da gitar tonlarını -misal olarak veriyorum- bir başka albümünde kullanabiliyorlar. İnsanlar çoğu zaman bunu kabulleniyor ama bazı dinleyiciler ise gerçekten de bundan rahatsız olabiliyorlar.

             Royal Hunt müziği deneysel bir yapıyı desteklemez. Çünkü bestenin çıkış yolu bu yapıyı kabullenmez, o yüzden de hep ucu kapalı, hep aynı çerçevede dönüp duran bir melodi anlayışları vardır. İnsanlar bazen değişiklik bekliyorlar kendilerinden fakat André Andersen’in bu kendinden emin tavrı neticesinde o klasik müzik ciddiyetinden çıkmayı da pek düşünmüyor. Bana göre ise bu durumun çok fazla negatif yönü yok, çünkü yaptıkları işi fazlasıyla iyi yapıyorlar, defalarca aynı pencereden bakan formülize albümler yaratsalar da… Çünkü zaten başka bir yerde rastlayamayacağınız bir ton sentez vari melodinin mükemmel bir şekilde icra edilmesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bunun neticesinde de akıl almaz varyasyonlar, bambaşka orkestral düzenlemeler, beyninizin içini uykudayken bile kemiriyor. Önemli olan da budur.

           Dream Theater da bu söylediğimiz formülize yaklaşımları içerisinde taşıyan bir topluluk, ancak onların farkı şarkı içerisinde çok fazla müzikal yoğunluk taşımaları ve dinleyiciyi zorlamalarıdır. Royal Hunt’da ise bu zorlayıcılık olmaz, aksine yağ gibi giden melodi düzenekleriyle beraber daha düz ve daha melodik beste yapılarıyla daha kolay dinlenebilir bir şarkı sunarlar dinleyicilerin karşısına. Orijinal vokalistleri Henrik Brockmann’in ayrılmasından sonra en iyi Amerikan vokalistlerini bünyesinde barındıran Royal Hunt, D.C. Cooper’ın yeniden gelmesiyle “Show Me How To Live”i çıkarmıştı. Aradan çok fazla zaman geçmeden yine belli formülize takıntılarını başarıyla uygulayan ve yine çiğ bir sound yaratan Royal Hunt, “A Life To Die For” için küçük yeniliklerle birlikte eski sound’larına da dönüşü müjdeliyor. “A Life To Die For”, tıpkı “Fear” albümünde olduğu gibi klavyenin gitarları çoğu yerde domine ettiği, mekanik/duygusal çekişmesinin en detaylı örneklerinin sunulduğu ve genel yapısıyla “Paradox” albümünün müzikal ruhunu ele geçirmiş bir portre sunuyor. Sadece bunlar da değil. Yenilikler var demiştik. Onları da şöyle açıklarsak, André Andersen’in orkestral düzenlemelerinde çok daha kompleks bir çizgiye geçtiği ve daha önce hiçbir zaman kullanmadığı synthesizer melodileri de bu çalışmada kullandığı çok net anlaşılıyor. 

            Bunun dışında gitar soloların çok daha yırtıcı, çok daha melodik Malmsteen’vari bir yöne kaydığı da görülmekte. Ayrıca vokalist D.C. Cooper’ın da daha önce yoğun bir şekilde tizlere ustalıkla çıktığını çok iyi görüyorduk ancak bu albümde daha farklı yönden bariton, opera etkili vokallerini de dinlemek gerçekten de bir zevk. D.C. Cooper’ın bu çalışmada farklı olarak yazılmış vokal melodilerinde kendi gücünü tartması, hatta aşması, çok geniş diyafram aralığından söylemesi, tizlere de çok rahat bir şekilde ustalıkla çıktığı şarkıları dikkatli bir şekilde dinlediğinizde anlaşılıyor.

            Şarkılar hakkında çok fazla bir şey yazmak istemiyorum. Bir kurt ulumasıyla açılan albüm klasik André Andersen melodileriyle başlıyor. “Hell Comes Down From Heaven” adlı epik şarkı için burada bir şey yazmak istiyorum. Bu tarz yapıları çok kullanıyor demiştik. Evet, André Andersen sanki yaşanılan bir kaosu resmetmek için, belki de savaşı hissettirmek, olumsuz koşulları eleştirmek için aşırı senfonik bir yapıyla, böyle dolambaçlı bir şekilde dinleyiciyi hipnotize ediyor. Sanki polisiye bir filmin ya da hareket içeren, şiddet içeren bir filmin müziğinin içerisindesiniz. Bu derece bir sinematografiklik ile bunu başarıyor. Ardından gelen “A Bullet’s Tale” ise başlangıcında aslen pop vokalisti olan Michelle Raitzin’in (Royal Hunt’ın menajerinin kızı) çok temiz vokalleriyle başlıyor. Nakaratlarında başarıya ulaşan bir başyapıt! “Running Out Of Tears”, “One Minute Left To Live” gibi şarkılar albümün gidişatını belirleyen en önemli besteler. Running Out Of Tears’ın hemen başlangıcındaki synth melodileri ve ardından gelen André Andersen tınılarına ve Jonas Larssen hard rock gitar sololarına dikkat! Çünkü geçişi çok iyi ayarlıyorlar. "Sign Of Yesterday" ise bana göre albümün hit şarkısı ancak sadece bana göre. Melodisi hızlı olmasına rağmen oldukça dramatik bir beste olduğu da bir gerçek. “Won’t Trust, Won’t Fear, Won’t Beg” ise D.C. Cooper’ın vokallerde devleştiği, melankoli düzeyi çok yüksek beste olmasına rağmen ardından gelen albümle aynı adı taşıyan şarkıda ise dudak uçuklatan bir D.C. Cooper dinlemekteyiz.

        Royal Hunt açıkçası bayan vokalleriyle dramatik yönü çok kuvvetli, bütünlük içeren ve karanlık bir portre çizen bir albüm ortaya çıkarmış. André Andersen ve tayfasının her zamanki halleri. 2013 yılının favori albüm sıralarında hard rock, melodik rock ve barok müzik ile harmanlanmış senfonik progresif metal severlerin listelerinde en üstlerde yer alacak bir çalışma.


9.5/10

15 Temmuz 2014 Salı

YES - Heaven & Earth

           YES – Heaven & Earth
           Sorunlar, sorunlar, sorunlar…


            Sorunlar yumağının başlangıcı… YES müziği kendi içerisinde belli bir hayal dünyası, fütürizm ve duygusal geçişleri içerisinde taşır ve içerisinde realizme dair pek bir şey bulamazsınız.  İlk başladıkları yıllarda nasıl ki belli bir heyecanı içerisinde taşıdılarsa 70’li yıllarda da aynı duyguları hissettiler ancak 80’lere geçişte kendilerini garip ilişkiler yumağının içerisinde buldular. 80’li yıllar YES için çok tartışmalı geçmişti ve bunun başlangıcı 1978 yılına Tormato albümüne dek uzanıyor.

            YES’in 10. Yılı şerefine çıkartılan Tormato’da şimdiye kadar YES müziğinde pek görülmeyen bir takım gariplikler yer alıyordu.  Artık çok uzun format şarkı yazımını bırakmış ve tonlamalar açısından ise pek rağbet edilmeyecek derecede kötü işler vardı. Son derece vasat konumlandırılmış Release Release, barok açılımlı Madrigal ve Circus of Heaven bile albümü kurtarmaktan uzaktı ve bütün bunların sorumlusu aslında basçı Chris Squire’dı. Chris Squire o zamanlar birçok dergiden çok olumlu sözler ve ödüller alınca bunun gazını Tormato albümünde gösterdi ve bu aslında çok yanlış bir hamleydi. Aynı durum bir sonraki albüm olan Drama çalışmasında da görüyoruz. Sorunlar yumağı birbirine bir zincir gibi bağlıydı ve sonradan ve sonradan bunun günümüzle ilişkisini açıklayacağız.

            Drama YES’in çok tartışmalı ve birçok hayranlarınca dönüm noktası addedilen bir albümüdür. Bunun altında çok tartışmalar döner. 1970’lerin sonlarında Steve Howe’un solo albüm yayınlaması bir bakıma YES’in acaba dağılmasına mı yol açacaktı? Jon Anderson ve Rick Wakeman birlikte takılıp grubun diğer elemanları olan Steve Howe, Alan White ve Chris Squire ile sorunlarının temel sebebi neydi? Bütün bunlar YES fanatiklerinin de gündemindeyken grupta çok eleştiriye uğrayan Jon Anderson grubu bırakmış ve yerine Trevor Horn alınmıştı. Drama albümü öncesi ilk handikap buydu. Aniden ardından Rick Wakeman’da grubu bırakınca YES yalnız kaldı ve yerine Geoff Downes düşünüldü ancak grup kara kara düşünmekteydi. Bütün bunlar sonucunda da Drama albümü piyasaya sürüldü ve Trevor Horn kendisini kanıtlamak amacıyla Run Through The Light’da perdesiz bas çalarak bir şeyler yapabileceğini gösterdi. Ancak bunların hiçbirisi yeterli olmayacaktı ve albüm aslında grup için bir karabasandı. Fanlar ikiye ayrılmış bir kısmı eski YES’i özlemekle kalmamış diğerleri de bu yeni duruma karasız bakmaktaydılar, grup elemanları da bu değişimden pek rahatsızdılar. İşte bu dönem 80’li yılların YES müziği etkisini gözler önüne sermekten geri kalmadı. Çünkü müzikleri artık pop’a dönüşmüştü ve eski derinlikten uzaktı. Kimi şarkılar bazı YES dinleyicilerine ilginç gelse de, bazı kullandıkları tonlar aynen korunsa da fanlar ikiye bölündü  ve Anderson/Wakeman sonrası grup ağır bir yara aldı. 

           Bunun günümüze yansıması ise Fly From Here albümünde görmüştük ve o tanıtımda demiştik ki bu aslında bir Drama II albümüydü, yani geçmişin mirasını yemekti, o günlere geri dönmekti. Fly From Here’dan bahsederken geçmişe gitmiş bu sorunları irdelemiştik. Şimdi ise yıl 2014 ve o Drama günleri devam ediyor. Fly From Here’daki vokalist Benoit David ayrılmış yerine ise Amerikalı progresif rock grubu olan Glass Hammer vokalisti Jon Davison vokalleri devralmıştır. Davison, Glass Hammer’da mükemmel işler yapıyor ve bunun devamını da YES’te gerek bazı yorumlarında gerekse şarkı yazımlarında kendisini gösteriyor.
                                                                   Jon Davison

        Jon Davison YES’e katılmadan önce ayrıca bir YES tribute grubunda da söylüyordu ve diğer YES elemanları rahatsızlanıp ayrılan Benoit David sonrası onu gruba kazandırmakta gecikmedi. Davison aslında YES için iyi bir seçim ancak kendisi bir Jon Anderson değil. Şarkıları Anderson gibi yorumluyor ve ince tonlamaları, yaptığı hafif vurgular ve duygusal geçişleri ustalıkla yapabiliyor. Büyük grupları peşinden sürükleyen isimler vardır ve bu isim de YES’te Jon Anderson’dı. Onun yaptığı vokaller hep klasik olmuş ve onun olmadığı zamanlar ise her zaman vasat, kötü ve itici olmuştur, işte Heaven & Earth albümü de bu düşünceler ışığında şekillendi geçmişin mirasından yemeye devam dediler. Topluluk neden Jon Anderson fikrinden uzak kalamıyor, çünkü YES klasikleşmiş eserlerini hep o vokalistle kaydetmiştir ve kendisi YES ile adeta et tırnak olmuş, dinleyicilerin büyük bir kısmı da Anderson olmadan bu işin olamayacağının farkındaydılar. Aynı şekilde Rick Wakeman içinde bu düşündüklerimizi söyleyebiliriz. Çünkü Rick Wakeman ile onun yerine geçen Geoff Downes arasında tarz olarak dağlar kadar fark var. Rick Wakeman klasik müzik etkisindeysen Geoff Downes ise kullandığı tonlamalar yüzünden grubu neredeyse pop kalıplarına sokmuş ve bir melodik rock grubu olan ASIA’nın müziğine yaklaştırmıştır. İşte bu söylediğimiz olumsuz yönlerin hepsi 2014 yılı Heaven & Earth albümünde mevcut maalesef.

         Heaven & Earth’ün olumsuz olmasındaki diğer bir günah ise Steve Howe’un hanesine yazılmalı. Çünkü çaldığı kısa kısa yetersiz sololar ve albümde şarkılar üzerinde pek bir şey yapamaması, kendisini gösterememesi bu çalışmanın üzerinde olumsuz baskılar yaratıyor. Çünkü Steve Howe artık eskisi gibi değil, yani ondan 70’ler stilinde çalmasını bekleyemezsiniz artık. Doğal olarak bir şey yapamıyor, çünkü geçmişin mirasını o da yiyor. Zaman zaman yaptığı kısa çıkışlar her ne kadar iyi olsa da insan ondan çok farklı işler bekliyor ama bu parlak olmayan besteler arasında o da kaybolmuş gitmiş. Tıpkı albümde mini moog kullanan Geoff Downes’un yetersizliği gibi…

Albümde diğer müzisyenler gibi Chris Squire’ın ve Alan White’ın da yetersizliğini dinliyoruz. Keşke üzerinde çok daha detaylı çalışılsaymış diyorum ancak bestelerin genel karakteri pop müzikten beslendiği ve altyapısı ise çok fazla doldurulmaya elverişli olmadığı için çok fazla da bir şey yapılamayacağının kanısındayım. Klasik YES kalıplarından uzak besteler, 80’lerin artık tarihe karışmış kötü synth tonlarıyla bezenmiş bu albüm Fly From Here’ın o ciddi ve oturaklı tarzından da uzak yönler sergiliyor. Yeni vokalist Jon Davison’un bestelere katkı sağlaması bile bir şey değiştirememiş, The Game şarkısındaki gibi sürekli tekrarlara dayanan o yapı, Steve Howe’un hafif bluesy geçişlerinin olduğu ve Davison’ın deyim yerindeyse ruh gibi söylediği In A World Of Our Own, kötü bir 80’ler taklidi eseri olan ve uzun sololarıyla Steve Howe’un bile kurtaramadığı Light Of The Ages albümün yetersizliklerinin birer birer kanıtı şeklinde duruyorlar. Mikrofon ayarlarında bile 80’lerin o efektli/yankılı stilini kullanan bir YES grubundan artık ne beklenebilir? Eskisi gibi duygusal geçişler yok değil, hatta albümün girişindeki çok başarılı bir şarkı olan hatta Geoff Downes’dan beklenmeyecek derecede güzel klavye partisyonları yazdığı Believe Again ve en sonunda yer alan Subway Walls gibi nitelikli eserler var fakat bunlar da kurtarmaya yetmiyor. Bu şarkılar ise 70’ler stiline biraz daha yakın olarak oluşturulmuş.

       Geniş bir perspektiften bakılacak olursa YES’in bu durumda olmasının sebebi artık yenilikleri takip bile edemeyecek durumda olmaları belki de artık yorulmuş olmalarından kaynaklanıyor. Yoksa It Was All We Know şarkısının girişindeki o tatlı melodinin devamını getirip bize çok daha iyi eserler sunabilirlerdi ama maalesef. Çünkü o tatlı melodinin devamı gelmiyor artık, ya bir ruhsuzluk ya bir isteksizlik veya yaşlılık sanırım. YES’i ben Close To The Edge’de, Fragile’da ya da The Yes Album’de hatırlamak istiyorum artık. Böyle yarım yamalak eserlerde değil. Siz koskoca bir senfonik progresif rock grubusunuz. Pop’tan daha derinlikli olarak hafif bluesy, aniden caz’dan klasik müziğe geçen bestelerinde bulmak istiyorum onları…

4/10
       

        

7 Temmuz 2014 Pazartesi

IQ - The Road of Bones

IQ – The Road of Bones
Yoldaki kürek ve cinayetler.


          Onlar için herkes aynı güzel sözleri söylüyor. Bir müzik türü içerisinde bir tarzın yaratılmasında emeği geçmiş olmak ve onu geliştirmek önemli bir şey sanırım yoksa böylesine ağır ve kalıplı bir müzik topluluğuna böylesine güzel sözler layık görülemezdi. Bahsettiğim alt tür ise 80’li yıllarda Genesis önderliğinde çıkmış ve Marillion, Twelfth Night, Pallas ve Pendragon gibi gruplarınca geliştirilmiş bir “neo progressive” hareketiydi ki IQ’yu ise bu grupların içerisine çok rahatlıkla koyabiliriz. IQ aslında bu tür içerisinde Marillion’dan sonra gelen en önemli isimdi çünkü o zamanlarda her ne kadar Twelfth Night ve Pendragon bilinse de oluşturdukları kaliteli albümler kıstas alındığında bunun bir gerçek olduğu su yüzüne çıkıyor. 1985 yılında çıkan “The Wake” İngiliz neo progressive janrının kilometre taşlarından birisiydi ve ardından gelen “Nomzamo” ve “Are You Sitting Comfortably?” ile de bu iyice perçinlenmişti.

             Grup kuruluşunda yer almış efsanevi vokalist Peter Nicholls, orijinal basist Tim Esau, bir stili olan muhteşem davulcu Paul Cook -sonradan gelmişti- ve klavyede artık ulaşılamaz bir noktada yer alan Martin Orford’dan oluşuyordu ki bu dört isim grubu çok başarılı yerlere sürüklediler. Davulu Mark Ridout’tan alan Paul Cook’un o karakterli ve teknik stili yıllarca sevenlerinin beyninden çıkmadı. Grubun konserlerinde teatral şovları da sergileyen vokalist Peter Nicholls ise progresif rock’ta ise bir markadır. Yüzüne yaptığı makyajlar ve konsepte uygun olan davranışlarıyla ise Peter Gabriel’dan, Marillion’daki Fish/Steve Hogarth’dan ve Galahad’daki Stuart Nicholson’dan farksızdı. Bunun sebebi de konser sırasında bir etki yaratmak ve sahne şovlarını destekleyici niteliklerde bulunmaktı. Bunu sonradan İngiliz progresif rock müziğinin önemli gruplarından birisi olan Arena’da deneyecekti.


             IQ 90’lı yıllarda Arena’dan basist John Jowitt’i alıp kadrosunu güçlendirdikten sonra “Ever” ve “Subterranea” gibi çok başarılı çalışmalarla geçirdi. Sonra 2000 yılındaki “The Seventh House” albümüyle de oldukça başarılı bir grafik çizerek 2000’li yıllarla birlikte “Dark Matter”la o sıralar Spock’s Beard, The Flower Kings, Enchant ve Transatlantic gibi grupların arasında yepyeni fanlar kazanarak sükse yaptı. “Dark Matter” aslında her şeyin başlangıcıydı. Bu çalışma grubun karanlık yönünün belirmesinde o kadar güçlü bir rol oynadı ki progresif rock içerisinde hem karanlık hem dramatik ve hem de uçuk-dehşet lirikler yazan grup çok az bulunur. 2009 yılındaki “Frequency” albümü ise orijinal klavyeci ve davulcu olmadan çıkarılan bir çalışmaydı ve buna rağmen oldukça olumlu sözler söylendi.

           Zaman içerisinde çok kadro değiştirmesine rağmen inadına başarılı albümler sürmeye devam ediyor topluluk. Bunun kanıtı ise 2014 yılı albümü “The Road of Bones”. Klavyeyi Mark Westworth’den devralan Neil Durant daha önceleri progresif rock ve jazz/fusion türlerinde müzik yapan Sphere3’de yer alıyordu. IQ müziğinin temel taşı aslında klavye alt yapısına dayanıyor. Orijinal klavyeci Martin Orford’un gruba kazandırdığı en önemli nokta buydu. Mellotron’lar, Synthesizler’lar, Moog geçişleri, tonlarla verilen o sonu gelmez derinlik hissiyatı ve o karanlık yapı. İşte bunların hepsinin mimarı Orford’du ve bunu gruba gelen diğer klavyeciler de ister istemez kullanıyordu. Bu öyle bir yapıydı ki bunların içerisinden bir taş oynasın işte o zaman IQ’nun müziğinin matematiği de bozulacak gibiydi. Neil Durant “The Road of Bones”da ise bu geleneği bozmadı, ancak, sanırım IQ’nun şimdiye kadar klavye üzerinde kullandığı bütün düşünceleri alt üst etti ve bu geleneğin üzerine kendi fikirlerini ekledi ve ortaya mükemmel bir bileşim çıktı. Bu fikirler ise Durant’ın kullandığı bazı efektlerde gizli. Kendisinin öyle bir stili var ki hem geleneksel yönden besleniyor hem de org üzerinde çok farklı denemeler ve kompozisyonlar yaratabiliyor. Melankolik pasajlar yaratırken birden karanlık elektronik/tekno tonlarla bunları süsleyebiliyor. Bu da IQ’nun şansıydı ki “The Road of Bones” sanırım grubun en başarılı albümü olarak progresif rock tarihine yazılacak. Bu albümün diğer bir önemi de orijinal basistin, Tim Esau’nun geri dönmesiydi. Gitarist Mike Holmes kendisinden bekleneni fazlasıyla vermiş karanlık sinematografik solo geçişleriyle mükemmel bir etki bırakıyor. Vokalist Peter Nicholls ise her zaman ki sıra dışı stiliyle albümü yine sürükleyen diğer bir isimdi. Yalnız burada parantez açmam gereken isim de davulcu Paul Cook’a ait. Kendisi ayrıldıktan sonra üzülen fanlar çok olmuştu ancak bu çalışmayla kanıtlandı ki Paul Cook’suz IQ bir hiçti.


     
               BİR SERİ KATİL HİKÂYESİ

     IQ bu albümde “Subterranea”daki gibi bütünsel/kavramsal bir şeyler açıklamıyor ancak tıpkı “Dark Matter” albümündeki gibi şarkı şarkı konsept tarzını benimseyerek albümün bütününe yayılmayan bir tarz benimsiyor. Bu tarza yabancı değiliz. Arena’da “Immortal?” albümünde bu fikri denemişti ve çok başarılı oldu. “The Road of Bones”da grup bir seri katil hikâyesi anlatıyor. Cinayetlerini yol içinde, yola yakın yerlerde gerçekleştiren bir seri katil. Hikâyenin derinliği ise katilin psikolojisinde gizli ve grup bunu şarkılarla öyle bir sunmuş ki tüylerinizin diken diken olmaması imkânsız. Grubun iç cd kapaklarında kullandığı illüstrasyon’lardaki kürek ve yol imgeleri, karakterlerin psikolojileri falan hepsi liriklerle uyum içerisinde yürüyor. “The Road of Bones” çift cd ile piyasaya sürüldü ve hikâye ilk cd’deki şarkılarda işleniyor. Diğer cd ise “bonus” olarak verilmiş durumda.

     Klasik IQ stilinde bir şarkı olan “From The Outside In” ile açılıyor bu muhteşem albüm. Bu açılışla birlikte şarkıların yaratımında ne kadar da detaylı uğraşıldığı belli oluyor. Altyapıdaki o zenginlik, Neil Durant’ın getirdiği stilize klavye tonlamaları, o kararlı vokaller ne kadar da sofistike bir albüm dinlediğinizi ortaya koyuyor.  “The Road of Bones” şarkısı ise  başlangıcındaki dramatik yapısıyla dikkati çekiyor. Piyanolardan sonra gelen o sinematografik geçiş bana tıpkı Rus rejisör Andrei Zvyagintsev’in “Izgnanie” filminde kullandığı kan dondurucu müziği hatırlatıyor. Şarkı şarkı bu çalışmayı anlatmak, neredeyse 20 dakikalık “Without Walls”un olağanüstülüğünü kelimelerle anlatmak olanaksız, gereksiz, çünkü önümüzde kendinizi müziğe bırakıp öylece dinleyebileceğiniz bir çalışma var.

    “The Road of Bones” progresif rock içerisinde bu sene çıkmış en iyi çalışmalardan bir tanesi. Hatta genel olarak yazabilirim ki IQ’nun şimdiye kadar yaptığı en iyi iş. Ki sevenleri de bunun farkında ve progresif rock dinleyicilerinin vazgeçemediği bir albüm olarak kalacak yıllarca… Hatta belki kulaktan kulağa söylenecek jenerasyonlar ötesi bilinecek.


10/10