26 Temmuz 2014 Cumartesi

Opeth ve Pale Communion

         Opeth ve Pale Communion
       Retro sorunlar 2014


           Hep söylenip durulan bir şey bu; ”Opeth çok bozdu. Nerede eski zamanları? Ben eski brütal progresif death metal günlerini özlüyorum. Ya da bir “Morningrise” ya da “Still Life” gibi albüm çıkaramadılar.” gibilerinden serzenişleri o kadar çok duyuyoruz ki, ama artık önümüzde yepyeni bir Opeth’imiz var gelecek onlar için parlak gözüküyor. Acaba? Opeth’in aynı Dream Theater gibi Porcupine Tree gibi kemik bir dinleyici kitlesi var ve yeni bir albüm çıktığında müzikal farklılıklardan dolayı ya ikiye bölünüyorlar ya da paşa paşa albüm iyi değilmiş gibi gözükse de “Bu albüm aslında fena değil biraz daha dinlersem süper bir albüm olacak gibi…” söylemleri geliştirebilen çok hayalperest dinleyicileri de mevcut. Aynı olay Dream Theater dinleyicilerinde de görmekteyiz. Çünkü mutlaka gruba iyi pay çıkarmak isteyecek ve kendi dinlediği grubun en iyi topluluk, en iyi en kaliteli müzik icra eden grup olduğunu kendisine kabul ettirecek düşünceler geliştiriyorlar. Bu da psikolojik bir şey sonuçta.


          Opeth’in “Morningrise”ı çıktığında çoğu insan böyle orijinal bir müziği duyduğuna inanamadı ve grup kulaktan kulağa yayıldı dinlendi sevildi. Zaman içerisinde ta ki “Blackwater Park” albümüne kadar bir şeyler iyi gitti ancak bu “Blackwater Park” ile gelen Porcupine Tree baş adamı Steven Wilson gruba çok yüklü bir aşı uygulayarak hem sound değişiminin başlangıcını yaptı hem de “Harvest” v.b. şarkılarda tarz değişiminin başlangıcını yarattı. Sonraki gelen “Deliverance” her ne kadar sert ve teknik bir albüm olsa da “Damnation” bir onun kadar yumuşak ve daha progresif rock ile iç içe olan bir çalışmaydı. “Damnation” gibi bir albümü yaratmak hem Mikael Åkerfeldt’in hem de Steven Wilson’un desteklemeleri sonucunda oluşan bir fikirdi. Åkerfeldt’in aklında çok daha büyük projeler vardı fakat bunları zaman geçtikçe ileride ortaya çıkaracaktı. Şu bir gerçek ki Steven Wilson’un parmağının değdiği her yer güllük gülistanlık olmuyor maalesef. Opeth’in müziğini ters yöne çeviren beyinlerden birisi olarak yaptığı prodüktörlük sonuçlarının belli başlı taraflarını pek kabullenemiyorum. Åkerfeldt’i çok etki altında bırakıp fikirlerini çürüten ve “şu şöyle değil de böyle olmalı” diyen bir müzik adamı. Çok mükemmelliyetçi. Bu da belki karşısında özgür olmak isteyen bir Åkerfeldt’i etkiliyor. “Ghost Reveries’de beraber çalıştıkları Jens Bogren ise kişiyi karşısında özgür bırakan bir yapıya sahip. Orphaned Land’in “All Is One”ın da görüldüğü gibi oluşturduğu sound su gibi akıp gitmekte… E “Ghost Reveries” albümünün de nasıl mükemmel tonlara sahip olduğunu gördüğümüzde ise bu isim bana göre Opeth müziği ile ve Mikael Åkerfeldt’in birlikte çalışmasıyla iyi bir bileşim sunuyor dinleyiciye.


            “Watershed” albümünde de Bogren ile birlikte çalıştıktan sonra da “Heritage”de Åkerfeldt kendisini daha özgür bularak daha da kök bir sounda merhaba deyip bir Retro bir Progresif Rock albümüyle karşımıza çıktı. Bu aslında Opeth’in bambaşka ırmaklara açıldığının bir göstergesiydi. “Heritage”in de aslında çok iyi bir albüm olduğunu söyleyebilseydim keşke. Mikael Åkerfeldt’in neredeyse yaşamının çoğu Progresif Rock plaklarıyla, gruplarıyla ve 70’lerin o kendine has dönemi ile birlikte geçmişti. Progresif Rock müziğine hâkim olmayan birisi bu ortaya çıkarılan “Heritage” albümünü çok farklı yorumlayabilir belki grubun çok özgün bir şeyler sunduğunu bize söyleyebilir ancak gerçek öyle değil. Çok uzun yıllar Progresif Rock dinlemesem bu albümün bir başyapıt olduğunu söyleyebilirim ama durum çok farklı. “Heritage” kendi içerisinde yani Opeth müziği içerisinde çok özgün bir yapıya sahip olabilir. Bu Opeth için yeni bir müziktir fakat genel olarak baktığımızda bu albümde yapılan işlerin çoğu aslında 70’lerde yapılmış bitmiş. Mikael Åkerfeldt sadece üstüne yepyeni bir cila çekmiş o kadar. Adı üstünde albümün ismi, “miras, gelenek” olduğu için Åkerfeldt bunu dinlediği müziğe bir armağanı şeklinde sunmuş. Onun için farklı farklı gruplardan etkilenip öyle oluşturmuş bu çalışmayı. Albümden “Folklore”, “The Devil’s Orchard” ve "Häxprocess" iyi değil mi? Elbette kendi içerisinde kendi kulvarında iyi besteler ama bu gibi bestelerde temel olan tonları ve o hissiyatı zamanında diğer topluluklar kullanmış. Bu bir özgünlük olarak algılanmamalı. Birth Control ve dönemin diğer Alman heavy progresif rock grupları ve Norveçli Lucifer Was grubunun albümlerine bakılabilir bunun için.


      Kendi düşüncelerime dayanarak ve yıllarca Progresif Rock ile iç içe olan birisi olarak Mikael Åkerfeldt’in genel olarak etkilendiği, feyz aldığı ve Opeth albümlerinde kullandığı belli başlı isimleri sıralamak ve bunu öğrenmek isteyen kişilere de yardımcı olmak istiyorum. Åkerfeldt’in elindeki 70’lere ait Progresif Rock plakları içerisinde ve kendi dinlediği yeni gruplarda dâhil öyle sıralayabilirim. Öncelikle kendisi Alman ve literatürde German Rock olarak geçen gruplara çok özel bir ilgi duyuyor. Amon Düül II, Frumpy, Novalis, Grobschnitt, Nektar, Triumvirat gibi gruplar bir yana The Cosmic Jokers gibi uçuk toplulukları da dikkatle takip eder. Bunun yanında İngiliz YES grubunun ilk dönemleri, Cressida -plakları vardır kendisinde-  ve Psychedelic Folk gruplarından Comus ile de yakın ilişkiler içindedir. Ayrıca Camel’ı da çok özel olarak dinler ve kendi son dönem gitar tonlarında Andrew Latimer’ın etkisinde çok kalarak onun bir başka versiyonu olmuştur. “Heritage” albümünde kullandığı ve Alman Birth Control grubundan etkilendiği o heavy Progresif Rock temalı şarkılarını bu son dönem yapıtlarında oldukça kullanır. Yakın dönemden ise Änglagård’ın özellikle “Hybris” albümünden etkilenmesi ve Anekdoten’in albümlerinde kullandığı o karanlık temalı moog geçişlerini kullanması da ekstra bir bilgi olarak verilebilir. Bunun yanında İtalyan Senfonik gruplarına da çok ilgi duyar. Bu gruplar genelde çok depresif olmamakla birlikte çok derin bir melodik yapıyı beraberinde getirir ve bunun da Opeth’in son dönem eserlerinde kullandığı sinematografik geçişli eserlerine büyük katkısı olmuştur. Özellikle birazdan irdeleyeceğimiz “Pale Communion”da İtalyan progresif Rock gruplarından nasıl etkilenildiğini yazacağız.


    Opeth’in özgünlüğü, kendi oluşturdukları müziğe ait ilk denemeleri “Orchid”, “Morningrise”, “Still Life” gibi çalışmalarda görmüştük oysa bugün “Pale Communion”a bakıyorum ve hayrete düşüyorum.  Åkerfeldt’in söylediklerine dayanarak çok melodik ve zaman zaman sert tonlarla birlikte 70’lerin stiline yakın duran bir albüm geleceğinin sinyallerini kendisinden almıştık. Anlaşılan o ki “Pale Communion” ile sevenleri yine ikiye bölecek ve dinleyenleri mutlaka bir şeyler karalama ihtiyacı duyacak ve olur olmaz laflarla bezenmiş bir sürü şey okuyacağız hakkında. Kimileri “olmamış” diyecek, kimileri ise “çok süper albüm olmuş” diyerek ayrı kitleleri oluşturacaklar. Ben yine özgünlük düşüncesinden ortaya çıkarak –ki böyle yapmak zorundayım. Çünkü dinlediğimiz grup ilk dönemlerinde bunun kitabını yazmıştı. Doğru mu? Doğru.-  Opeth’in bu yeni çalışmasıyla ilgili belli başlı başlıklardan girerek sonuca gelmek istiyorum. Öncelikle Åkerfeldt’in zaman içerisinde söyledikleri aklımızın bir kenarında durmalı. Bunun yanında gruba yeni gelen Joakim Svalberg’in ne derece üstün bir müzisyen ve kendi enstrümanında ne derece yetkin bir isim olduğu da göz ardı edilmemeli. Eski klavyeci Per Wiberg genellikle beste içerisinde çok geri planda duran, org ve moog tınılarını bazen zor duyduğumuz güçlükte çalardı. Bunu albüm miksajcısı veya Åkerfeldt özellikle mi isterdi bilmiyorum ancak “Pale Communion” ile bu düşünce kırılmış gibi duruyor. Ki bütün şarkılara baktığımızda Joakim Svalberg oldukça ön planda duruyor. Svalberg’in geçmişi çok parlak olmasa da İsveç’te Qoph grubunda çaldığı yıllarda oldukça aktifti ve onların iki albümünde yer alarak sentez müziğinin en iyi örneklerinden birisini sergilemişti. Jazz alt yapısı, fusion’a olan ilgisi, doğaçlamaya yatkınlığı ise beste içerisinde çok belli oluyor. Kendisinin “Pale Communion”da bu kadar aktif olmasının sebebi ise bana göre beste yapılarından kaynaklanıyor. Gitarı olabildiğince biraz geri çekerek bunu sağlayan Åkerfeldt, Svalberg’in nasıl çaldığını bildiği için ondan çok özel tonlamalar isteyip volümünü de biraz açıp olayı böyle tamamlamak istemiştir.
 
PALE COMMUNION

            “Heritage” özgün olmamasına karşın bütünlük arz eden bir yapıya sahipti ancak bunu yeni çalışma “Pale Communion”da maalesef göremiyoruz. Arada besteler bazında iki albüm arasında köprü kurulmuş durumda ve birisi daha Retro bir yönü sergilerken bir diğeri ise bu Retro yöne biraz modern tınlamalar koyarak farklılığını kanıtlamak istiyor ama işte sorun da burada başlıyor. “Pale Communion”da her şey var. Jazz’dan tutun folk geçişlerine, bluesy tatlardan tutun da çok yoğun progresif öğelere kadar her şey mevcut ancak albümü dinletecek ve dinleme içerisinde sürekliliği sağlayacak materyallerin yokluğu da bu çalışmanın başarılı olmasını engelliyor. Bunun sebeplerinden birisi de bestelerdeki zorlayıcılık unsuru. Beste içerisinde bazı bölümler olabildiğince uzun tutulmuş, sıkıcılık sağlanarak zorlama melodilerle geçiştirilmeye çalışılmış. Mesela albüme giriş şarkısı “Eternal Rains Will Come” çok başarılı bir şarkı olmasına rağmen ardından gelen “Cusp Of Eternity”de sorunlar başlıyor ve devamında “Moon Above, Sun Below” ile bu başarısızlık devam ediyor. Eternal Rains Will Come” başlı başına etkileyici bir eser. Girişindeki kesik kesik güçlü org tınıları bile nasıl canavar bir klavyeci ile karşı karşıya kaldığımızın ve nasıl da kompleks bir beste dinlediğimizin kanıtı gibi duruyor. İlk dinlediğimde çok beğendiğim “Cusp Of Eternity” ise sonraki dinlemelerde bana çok özelliksiz gelerek büyük hayretler içerisinde bıraktı. Şarkının düz, inişsiz çıkışsız olduğunu geçtim melodiler oldukça basit kalmış ve Åkerfeldt’in harmonik vokalleri de şarkıyı kurtaramamış. “Moon Above, Sun Below” ise Andrew Latimer’ın o bilindik karakterli gitar tonlarının Åkerfeldt tarafından icrası sonucunda bir parça ilginç hale gelmiş ama o bluesy rifler sonrasındaki hareketli kısımlarında başlayan inanılmaz zorlama geçişlerle dolu. Gitar sololar bir parça sertlik düzeyini ayarlamaya çalışıyor, Svalberg gerilerde muhteşem takılmakta ancak 5. Dakikadan sonra Åkerfeldt’in akustik gitar ile buluşmasından sonraki o ara geçiş inanılmaz sıkıyor. Sonraki bölümler ise tümden insanın sabırlarını zorluyor. Svalberg’in org tonu her ne kadar mükemmel olsa da genel olarak yani davul ile gitarlar ile düşünüldüğünde pek başarılı değil. Sıradan bir grup bu şarkıyı yapsa olağanüstü diyebiliriz ancak Opeth’den böyle niteliksiz eserler duymak hakikaten can sıkıcı. 10-15 defa dinlersin bir kenara kaldırırsın. Ancak son 30 saniyedeki piyano ile kapanış harika olmuş.



    Akustik enstrümanlarla başlayan “Elysian Woes” ise komple muhteşem bir eser. Bu besteye hatta geri planda gerçek flüt, obua da katkıda bulunsaydı çok daha iyi olabilirdi. Şarkının 2:30 dakikasından sonraki sinematografik geçişler ve Åkerfeldt’in o hüzünlü gitar tınıları inanılmaz ambiyans yaratıyor. İtalyan senfonik progresif rock gruplarının yaptığı işlere benziyor açıkçası. Bu şarkı “Damnation” albümünde olsaydı eminim hiç sırıtmazdı. Ardından gelen enstrümental “Goblin” ise Svalberg’in fusion tınılarıyla başlıyor. Geride de sanki Amerikan dedektiflik dizileri müziğini anımsatan ve süreklilik içeren dopdolu bir melodiler ağı mevcut. Gerçekten de çok usta işi bir çalışma olmuş. Svalberg’in org tınları hakikaten çok üst düzey ve çok ön planda bu da besteye olumlu bir katkı yapmış. İtalyan korku filmleri ustası Dario Argento’nun müziklerini yapan 70’li yıllarda çok ünlü olmuş İtalyan Goblin adlı gruba saygı niteliğinde olan bu çalışma genel olarak dinlendiğinde ve Dario Argento’nun filmlerini de göz önüne getirdiğinizde müthiş bir atmosfer sunuyor dinleyiciye.


      “Pale Communion”daki vasat çalışmalardan ikisi “River” ve “Voice of Treason” arka arkaya resmediliyor. Bu albüm için büyük bir handikap olmuş. Her iki şarkı da çok iyi başlıyor hatta epik olarak nitelendirebileceğimiz melodiler de var ama bunlar maalesef beste ilerlediğinde bir amaca hizmet etmekten çok, çok havada kalıyor ve sonuca ulaşmıyor. Åkerfeldt her zaman beste içerisinde ilgi çekici yönler kullanır, ne bileyim ufak bir perküsyon geçişi, ufak bir akustik gitar tınısı… Bu bestelerde de bunlar mevcut ancak melodiler iyi değil ve insanın o halet-i ruhiyesini değiştirmiyor. “River”daki o bluesy gitar geçişleri çok nefis ancak devamında bazen Åkerfeldt’in kendi için yazmış olduğu vokal melodileri de yetersiz gelmiş ve iyi olmamış. Bunlar işte birbirlerini tamamlamıyorlar ve ne oluyor? Albümdeki o bütünlük hissi kayboluyor. Svalberg her ne kadar çok iyi çalsa bile diğerleri Mendez olsun Fredrik Åkesson olsun çok iyi yorumlasalar da bunlar bestenin kendisi iyi olmadığı için pek ilgi çekici gelmiyor. 10-15 defa dinleyip bir kenara atıyorsun. Albümdeki son çalışma ise “Faith In Others” adını taşıyor ve “Pale Communion”daki en iyi çalışmalardan birisini dinliyoruz ve müthiş bir kapanış eseri. Epik düzenlemelerin olduğu çok ilginç bir şarkı olarak kulağa çarpıyor. Başlangıcı bile efsane olabilir ilerde.



     Bana göre “Pale Communion” üzerinde çok tartışılacak olan, dinleyenleri ikiye bölecek ve böylece ortada kalacak, ortalama, standart bir Opeth albümü. Çok iyi bir albüm mü? Hayır, kesinlikle değil. Eğer “River”, “Voice of Treason”, “Cusp of Eternity” ve “Moon Above, Sun Below”’un dediğim yönleri çok daha iyi kotarılsaydı belki Opeth'in “en iyi” kategorilerinden kendisine iyi bir yer bulacaktı. Defalarca dinledikten sonra ve diğer albümlerini de aklınıza getirdiğinizde kulağınızda çok iyi bir şey bırakmadığı bir gerçek. Opeth’in geleceği konusunda çok net bir fikre sahip değilim ancak böyle, bu tarz arayışlarla geçiştirilecekse bir şeylerin gelecekte iyi olmayacağını söyleyebilirim. Tabii bunlar arayış konusudur ve Åkerfeldt ileride gerçekten de çok iyi işlerle karşımıza çıkar o zaman biz de onu zevkle dinlemeye devam ederiz. 

7/10 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder