16 Temmuz 2014 Çarşamba

Royal Hunt - A Life To Die For

ROYAL HUNT – A Life To Die For
Akıl almaz formülize yaklaşımlar.


       
      Çok dramatik! Kolay değil aslında yıllar önce müzik yapmaya başlamışsın, bir grup oluşturmuşsun ve senelerce orijinalitesi yüksek bir tarz yakalayıp insanlara bunu sunuyorsun. İnsanlar ise geçmişten gelen bu birikimin benzer yansımalarını dikkatlice dinliyor ve takdir ediyor. André Andersen grubu ilk kurduğunda nasıl bir müzik icra etme konusunda kendi kafasında fikir birliğine girişmişken ileride de bunun benzer yansımalarını göreceğinden kanımca şüphe duymamıştır. Çünkü çocukluktan itibaren mükemmeliyetçi yetişme tarzının getirdiği ve tutkunu olduğu klasik ve barok müziğin o ciddi kulvarlarlarında dolaşmasının mevyesi de tahmin edersiniz ki böyle olacaktır. Sırf böyle düşünmesi sonucunda var olduğu noktayı tarif etmek hiç de zor değil. Konserlerdeki o ciddi tavrının altında yatan düşünceler, konser sırasında bir gitarın, bir davulun o anda nasıl çalınması gerektiği, bir melodinin aslına uygun yorumlanması zorunluluğunda olması gibi yaklaşımlar da kendisinin bu mükemmeliyetçi tavrının sonucudur. Gerek grubu Royal Hunt’ın başyapıtı sayılan “Paradox” ve gerekse de “Show Me How To Live” albümünde grubun geçmişine yönelik bilgiler verdiğimiz için sözü edilecek olan bu tanıtımda buna benzer bilgilere yer verilmeyecektir.

Müziği mekanik olup da aynı zamanda duygusal olabilen kaç gruba rastladınız? Veya progresif metal türü içinde yer alıp da aynı zamanda senfonik olabilen ancak yalnızca hard rock ve melodik rock türlerini de içerisinde barındırabilen kaç grup dinlediniz? Şöyle düşünüp de cevap vermeniz eminim ki zor olacaktır. İşte Royal Hunt içerisinde barındırdığı bu zenginlik ile yıllardır aynı pencereden bakıp durmakta. Çok daha önceden işledikleri sci-fi konseptleriyle, aşk-sevgi şarkılarına geçit vermeksizin yazdıkları gerçekçi şarkı sözleriyle kendi alanında belki de tek başına yürüyüp duruyor. Eski albümleri göz önünde bulundurduğunuzda “Moving Target”, “Fear“, “Mission” gibi çalışmalarına baktığımızda belli olan ses içerisindeki o mekanik tınıları çok rahat alabilirsiniz. Bunu da André Andersen o kadar usta bir şekilde beste yapısına yerleştiriyor ki ardından gelen klavye solo veya gitar solo sizi aniden duygusal bir dünyanın içine çekebiliyor. Geçmişten gelen formülize yaklaşımları da aynı şekilde bugün bile başarıyla uyguluyorlar. “Paradox” albümündeki klavye tonlarını ya da gitar tonlarını -misal olarak veriyorum- bir başka albümünde kullanabiliyorlar. İnsanlar çoğu zaman bunu kabulleniyor ama bazı dinleyiciler ise gerçekten de bundan rahatsız olabiliyorlar.

             Royal Hunt müziği deneysel bir yapıyı desteklemez. Çünkü bestenin çıkış yolu bu yapıyı kabullenmez, o yüzden de hep ucu kapalı, hep aynı çerçevede dönüp duran bir melodi anlayışları vardır. İnsanlar bazen değişiklik bekliyorlar kendilerinden fakat André Andersen’in bu kendinden emin tavrı neticesinde o klasik müzik ciddiyetinden çıkmayı da pek düşünmüyor. Bana göre ise bu durumun çok fazla negatif yönü yok, çünkü yaptıkları işi fazlasıyla iyi yapıyorlar, defalarca aynı pencereden bakan formülize albümler yaratsalar da… Çünkü zaten başka bir yerde rastlayamayacağınız bir ton sentez vari melodinin mükemmel bir şekilde icra edilmesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bunun neticesinde de akıl almaz varyasyonlar, bambaşka orkestral düzenlemeler, beyninizin içini uykudayken bile kemiriyor. Önemli olan da budur.

           Dream Theater da bu söylediğimiz formülize yaklaşımları içerisinde taşıyan bir topluluk, ancak onların farkı şarkı içerisinde çok fazla müzikal yoğunluk taşımaları ve dinleyiciyi zorlamalarıdır. Royal Hunt’da ise bu zorlayıcılık olmaz, aksine yağ gibi giden melodi düzenekleriyle beraber daha düz ve daha melodik beste yapılarıyla daha kolay dinlenebilir bir şarkı sunarlar dinleyicilerin karşısına. Orijinal vokalistleri Henrik Brockmann’in ayrılmasından sonra en iyi Amerikan vokalistlerini bünyesinde barındıran Royal Hunt, D.C. Cooper’ın yeniden gelmesiyle “Show Me How To Live”i çıkarmıştı. Aradan çok fazla zaman geçmeden yine belli formülize takıntılarını başarıyla uygulayan ve yine çiğ bir sound yaratan Royal Hunt, “A Life To Die For” için küçük yeniliklerle birlikte eski sound’larına da dönüşü müjdeliyor. “A Life To Die For”, tıpkı “Fear” albümünde olduğu gibi klavyenin gitarları çoğu yerde domine ettiği, mekanik/duygusal çekişmesinin en detaylı örneklerinin sunulduğu ve genel yapısıyla “Paradox” albümünün müzikal ruhunu ele geçirmiş bir portre sunuyor. Sadece bunlar da değil. Yenilikler var demiştik. Onları da şöyle açıklarsak, André Andersen’in orkestral düzenlemelerinde çok daha kompleks bir çizgiye geçtiği ve daha önce hiçbir zaman kullanmadığı synthesizer melodileri de bu çalışmada kullandığı çok net anlaşılıyor. 

            Bunun dışında gitar soloların çok daha yırtıcı, çok daha melodik Malmsteen’vari bir yöne kaydığı da görülmekte. Ayrıca vokalist D.C. Cooper’ın da daha önce yoğun bir şekilde tizlere ustalıkla çıktığını çok iyi görüyorduk ancak bu albümde daha farklı yönden bariton, opera etkili vokallerini de dinlemek gerçekten de bir zevk. D.C. Cooper’ın bu çalışmada farklı olarak yazılmış vokal melodilerinde kendi gücünü tartması, hatta aşması, çok geniş diyafram aralığından söylemesi, tizlere de çok rahat bir şekilde ustalıkla çıktığı şarkıları dikkatli bir şekilde dinlediğinizde anlaşılıyor.

            Şarkılar hakkında çok fazla bir şey yazmak istemiyorum. Bir kurt ulumasıyla açılan albüm klasik André Andersen melodileriyle başlıyor. “Hell Comes Down From Heaven” adlı epik şarkı için burada bir şey yazmak istiyorum. Bu tarz yapıları çok kullanıyor demiştik. Evet, André Andersen sanki yaşanılan bir kaosu resmetmek için, belki de savaşı hissettirmek, olumsuz koşulları eleştirmek için aşırı senfonik bir yapıyla, böyle dolambaçlı bir şekilde dinleyiciyi hipnotize ediyor. Sanki polisiye bir filmin ya da hareket içeren, şiddet içeren bir filmin müziğinin içerisindesiniz. Bu derece bir sinematografiklik ile bunu başarıyor. Ardından gelen “A Bullet’s Tale” ise başlangıcında aslen pop vokalisti olan Michelle Raitzin’in (Royal Hunt’ın menajerinin kızı) çok temiz vokalleriyle başlıyor. Nakaratlarında başarıya ulaşan bir başyapıt! “Running Out Of Tears”, “One Minute Left To Live” gibi şarkılar albümün gidişatını belirleyen en önemli besteler. Running Out Of Tears’ın hemen başlangıcındaki synth melodileri ve ardından gelen André Andersen tınılarına ve Jonas Larssen hard rock gitar sololarına dikkat! Çünkü geçişi çok iyi ayarlıyorlar. "Sign Of Yesterday" ise bana göre albümün hit şarkısı ancak sadece bana göre. Melodisi hızlı olmasına rağmen oldukça dramatik bir beste olduğu da bir gerçek. “Won’t Trust, Won’t Fear, Won’t Beg” ise D.C. Cooper’ın vokallerde devleştiği, melankoli düzeyi çok yüksek beste olmasına rağmen ardından gelen albümle aynı adı taşıyan şarkıda ise dudak uçuklatan bir D.C. Cooper dinlemekteyiz.

        Royal Hunt açıkçası bayan vokalleriyle dramatik yönü çok kuvvetli, bütünlük içeren ve karanlık bir portre çizen bir albüm ortaya çıkarmış. André Andersen ve tayfasının her zamanki halleri. 2013 yılının favori albüm sıralarında hard rock, melodik rock ve barok müzik ile harmanlanmış senfonik progresif metal severlerin listelerinde en üstlerde yer alacak bir çalışma.


9.5/10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder