A Time Of Day
Virta
İsveç’in “Dark Progressive Rock” grubu olarak ünlenen Anekdoten’in sabırsızlıkla beklenen bu albümü sonunda çıktı. En son canlı bir kayıtla karşımıza çıkmışlardı. Ondan öncesinde de “Gravity” albümüyle karanlık müziğin efendisi konumuna gelmişlerdi progresif müzikte. Anekdoten geçmişe dayalı referanslarını King Crimson’dan alan bir topluluk. King Crimson’un son dönemlerinden de bolca besleniyorlar. Bunun yanında Anglagard, Porcupine Tree gibi topluluklardan da yoğun bir şekilde besin almaktalar. Anekdoten’in müziği 4 sene içerisinde çok ilerlemişe benziyor. Daha önceki albümlerinden biraz farklı bir yapıda duruyor. Daha çok modern bir yapı var ve daha çok Post Rock sınırlarında gezinen bir albüm ortaya çıkarmışlar. Grubun üç vokalisti var ve bu albümde de Gunnar Bergsten adlı flütist bir sanatçıyla çalışmışlar. “Nucleus” ve “Vemod” albümlerinden çok çok iyi buldum; “Gravity” ile de benzerlikleri mevcut. Bütün şarkılar çok iyi fakat “King Oblivion” bana daha bir özel geldi. Karanlık Anekdoten ile tanışmamış olanlara…
SIMPLE MINDS
GRAFFITI SOUL
Universal Records
İskoç’ların 1980’li
yıllardaki aktivist New Wave topluluğu Simple Minds yeni albümüyle yine sessiz
sedasız girdi dünyamıza. Simple Minds her ne kadar isimleri beraber anılsa da
her zaman gündemde kalmayı başarabilmiş U2 gibi bir topluluğun adı karşısında
çok gerilerde kalıyordu. “The Breakfast Club” filmi aracılığıyla müzik
dünyasında Don’t You (Forget About Me) ile fırtına gibi esmiş, “Belfast Child”,
“Mandela Day” ve “Waterfront” gibi şarkılarla da kendilerini kabul
ettirmişlerdi. Jim Kerr ve Charlie Burchill’in önderliğinde kurulan topluluk
zaman zaman “Good News From The Next World” gibi bir albümle rock müziğe
sırtını sağlam bir şekilde dayamış,“Néapolis” gibi farklı yapıdaki bir albümle ise elektronik tınıları
müziğinde kullanmayı seçmişti. Bu kadar çeşitlilik arasında çok başarılı bir
albüm sayılan “Black & White 050505”ın ardından dört sene sonra “Grafiti
Soul”u çıkaran Jim Kerr ve tayfası müzik dünyasında belki eskisi gibi fırtına
estiremeyecek ama çok iyi bir albümle kendilerini hatırlamamızı sağlayacak.
Grubun eski popülaritesi artık kalmadı, bunun nedenleri çok çeşitli ama her
şeyin ötesinde arka arkaya böylesine başarılı bir albüm ortaya çıkarıyorlarsa
kendilerini de kutlamamız gerekir. Öncelikle bu albüm “Good News From The Next
World” ve “Black & White 050505”ın bir sentezi gibi duruyor. Klasik Simple
Minds soundu, Eddie Duffy’nin bestelere gümbür gümbür işlediği o bas tonları ve
Charlie Burchill’in gitarının yarattığı o güçlü rock tınılar albümün ilk
şarkısı “Moscow Underground”da öylesine belli oluyor ki sonrasında gelen
“Rockets” ve albümün hiti sayılabilecek mükemmel şarkı “Stars Will Lead The
Way” ile bu düşüncenizin doğru olduğuna işaret ediyor. Jim Kerr’in kararlı ve
hisli vokal anlayışının sergilendiği “Light Travels” ve “Kiss & Fly”, albümün
isim şarkısı “Graffiti Soul”un ise çok başarılı besteler olduğu apaçık ortada.
Albümün vaat ettiği sadece bunlarla da sınırlı değil, eğer albümde bonus olarak
yer alan şarkıya kulak atarsanız bir Neil Young bestesi olan “Rockin’ In The
Free World” ile karşılaşabilirsiniz. Yok, ben çift cd olarak piyasaya sürülen baskıyı
dinlemek istiyorum derseniz içerisinde Siouxsie & The Banshees’den tutun
The Stranglers’a oradan Nick Lowe, Massive Attack ve Thin Lizzy şarkılarına
kadar hepsini Simple Minds yorumuyla dinleyebilirsiniz. “Graffiti Soul”u da bu
senenin en iyi albümleri listesine alalım lütfen.
SON VOLT
AMERICAN CENTRAL DUST
Rounder Records
Jay Farrar ve Jeff Tweedy. Bu iki önemli isim bugün alternatif country
rock piyasasında dengeleri değiştiren bir yol izliyor. İkisinin de ortak
noktası Uncle Tupelo isimli bir alternatif country rock grubu. Jeff Tweedy,
Uncle Tupelo’yu dağıtıp Wilco’yu kurarken, diğeri Jay Farrar ise Son Volt isimli
grubun temelini atıyor ve her ikisi de müzikal olarak temelinde aynı fakat
yüzeysel olarak aynı tarz müziği sergiliyorlar. Wilco, indie müziğin daha “modern
americana” yönüne eğilirken, Son Volt ise daha geleneksel yapıda müzik
üretmekte. Geleneksel müzikten kastım bir Cross Canadian Ragweed ya da bir
Reckless Kelly topluluklarının müzikleri gibi değil, aksine The Jayhawks ve
Kanadalı Blue Rodeo gibi isimleri temel alan bir yapıdan bahsediyorum.
1990’larda kurulan bu topluluğun ikinci albümü “Straightaways” çıktığı yıl
oldukça beğenilmişti ve daha sonra 2007 yılı tarihli “The Search” ile çoktan
kendilerini kanıtlamışlardı. Grubun son çalışması “American Central Dust” ise
bir parça “The Search” albümünden izler taşıyor. Besteler biraz daha durağan ve
Jay Farrar’ın o kelimeleri yutarcasına temiz vokalleri her zaman ki gibi derin
izler bırakıyor dinleyenlerin üzerinde. Çok fazla yoğun olmayan country gitar
tonlarıyla bezeli bu albüm tıpkı Gary Louris’in (The Jayhawks, Golden Smog)
solo çalışmasını da anımsatıyor. Son Volt bu çalışmasıyla beste bazında yine
iyi bir albüme imza atmış fakat “The Search” albümündeki müzikal yapıyı devam
ettirememiş gibi bir izlenim de hissettiriyor.
TORTOISE
BEACONS OF ANCESTORSHIP
Thrill Jockey
Müzik dünyasının dahi, alçakgönüllü ve sıra dışı topluluklarından birisi
olan Tortoise beş sene sonunda nihayet yeni materyallerle karşımızda. Sırasıyla
punk, jazz, techno, rock ve electronica’nın deneysel hallerini bir potada
eritme kabiliyetine sahipler ve yıllar önce çıkardıkları kilometre taşı “Millions
Now Living Will Never Die” albümü ile kendi yarattıkları ve sınırlarını
çizdikleri o çerçevede müzik yapıyorlar. Ayrıca Ozric Tentacles gibi seslerle
oynamayı çok seviyor, Neu! ve Can gibi toplulukların devamı gibi de
görülüyorlar. Genellikle deneysel post rock olarak adlandırılan müzikleri her
daim arkalarından gelen gruplarca taklit ediliyor. Tortoise, “Beacons Of
Ancestorship” ile geride kalan albümlerine nazaran biraz daha güçlü, müzikleriyle
bir kaos ortamı yaratmayı amaçlamış gözüküyor. Grubun patronlarından John
McEntire’ın kullandığı synthesizer tonlarının 1970’lerde ortaya çıkarılan
Tangerine Dream albümleri ve elektronik müziğin kült isimlerinden birisi
sayılan Klaus Schulze’nin yarattığı o dâhiyane seslerle bir akrabalık bağları
olduğunu düşünüyorum. Albümün ilk çalışması “High Class Slim Came Floatin’In”
yoğun synthesizer partisyonlarına karşılık o güçlü bas soundu ile de geçmişe,
Tangerine Dream zamanlarına dek götürüyor bizi. Bu albümü dinlerken bir yandan eski
krautrock ve elektronica türleri ile ilgili atonal sesler yarattıklarına inandığım
Tortoise’in bir yandan da yeni dönemden sadece Boards of Canada’nın ismini
sayabileceğim, zekice melodiler kullanan bir grubun müziklerinden de feyz aldıklarını
düşündüm. Albümden “Yinxianghechengqi”nin yarattığı punk etkisinin yanında “The
Fall of Seven Diamonds Plus One” gibi “spaghetti western” tarzı müzikleri
anımsatan bir yapıyı içerisinde barındırması da bu albümün ne kadar zengin bir
ses dünyası içerisinde oluşturulduğunun bir göstergesi. Tortoise müziğinin
farkı ise bu kadar değişik ismin sentezi altında kendilerinin oluşturduğu bir
beyin kimyası içerisinde böylesine özgür sesleri harmanlayabilmesidir. Post
Rock ve Electronica severler bu albümle uzun süre idare edebilir.
WILCO
WILCO (THE ALBUM)
Nonesuch
Tam da yaz günlerine merhaba derken Wilco’nun bu neşeli ve pozitif albümü
insanın halet-i ruhiyesini bir anda değiştiriveriyor. Indie Rock’ın “modern
americana” yönünden seslenen Wilco’nun geçmişi pek parlak. “Being There” ve
“Summerteeth” gibi iki üstün kaliteli albümlerden sonra kendi müziklerinin
farklı yönünü sergilediği “A Ghost Is Born” ile Indie Rock dünyasında hatırı
sayılır bir yer edindiler. Jeff Tweedy’nin heyecanlı ve panik atak tripleri
sergilercesine müziği farklı boyuta sokabilen vokalleri sayesinde de grup
tekdüzelikten kurtuluyordu. “Wilco (The Album)” eski albümlerinin bir özeti
gibi şeklinde tasvir edebileceğimiz, zaman zaman slide gitar ve akustik
gitar’larla süslenmiş hatta ucu Sonic Youth’a dek uzanan bir yapıyı beraberinde
getiriyor. Sadece bu değil, en basit hissedilen şarkılarda bile katman katman
yerleştirilen melodiler mevcut ve her dinlemenizde sizi başka yerlere
götürüveriyor. Birkaç dinlemeden sonra ilk defa duyabileceğiniz seslerle bile
karşılaşabiliyorsunuz. “Wilco (The Song)” albümün açılışında yer alan bir şarkı
ve Wilco severlere hitap edilmiş gibi duruyor. “Deeper Down”ın aniden
değişebilen ritimleri arasında dolaşırken “Bull Black Nova”daki Thurston Moore
(Sonic Youth) benzeri gitar denemeleri çok şaşırttı. “You and I”da Jeff
Tweedy’nin Feist ile düeti, “You Never Know”daki klasik rock etkisi ve ardından
gelen “Country Disappeared”ın samimi havası çok hoş. “Solitaire” adlı bestenin
hemen açılışındaki tonların Nick Drake’i andırması hüzün yaratırken, aynı
şekilde “I’ll Fight”ın neşeli folk partisyonları içermesi de bir o kadar pozitif
bir etki yaratıyor. Wilco bu albümle bu senenin en iyi işlerinden birisine imza
atmış gibi gözüküyor. Bu albümü dinleyin. Albümün ilk şarkısında Jeff
Tweedy’nin dediği gibi, “Wilco will love you, baby”!
*bant dergi'de yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder