Şimdi ise daha önce de belirttiğimiz gibi progressive rock dünyasında
önem arz etmiş fakat bir türlü şeytanın bacağını kıramamış ama bir
şekilde etki yaratmış topluluklara bir giriş yapacağız. Bu grupların
bazıları tek albüm yapıp dağılmış bazıları ise birçok çalışmayla
dinleyicinin karşısına çıkmış ama sonradan tozlu raflara kendisini
yerleştirmiş gruplar olacaktır. Arada müziğe devam eden gruplarda
tanıtılacak fakat onlarda eski gruplar olacaktır.
ANABIS
Almanya’nın Marillion’ı sayılabilecek, pek duyulmamış müzik dünyasını epey gerilerden takip etmiş bir grup. Zaman zaman Genesis
etkilerini üzerinde taşıyan senfonik yapıdaki besteleriyle tutunmaya
çalışmış bir yandan da 80’lerin başlangıcında revaçta olan neo-prog
dünyasından da nasibini almıştır. Bu sebeple Marillion’a oldukça
benzemektedir. Marillion’un “Script For A Jester’s Tear” gibi bir
albümüyle kafa kafaya gidebilecek derecede güçlü bir yapıya sahipken
bunu devam ettirememişler ve zaman içerisinde kaybolup gitmişler. Bazen
yumuşak tonlarda seyreden şarkıları bir yandan da çok güçlü tınlamakta
ve dengesiz bir şekil çizmektedir. 84 yılı “Heaven On Earth” ve hemen
arkasındaki “Wer Well” albümü dikkate alınmalıdır.
APHRODITE’S CHILD
Yunanistanlı, 60’lı yılların sonlarında
müziğe başlamış, senfonik rock tarzında eserler vermiş gerek döneminde
gerekse de günümüzde olsun pek tanınmamış gruplardandır. Bu grup
hakkındaki en önemli bilgi Demis Roussos ve ünlü new age müzisyeni Vangelis’in
bu grubun üyeleri olduğudur. Yunanlı olmaları dolayısıyla ve çok iyi
müzik yapmalarına rağmen Avrupa prog müziğinde pek iyi yerlere
gelememişlerdir. 68 yılındaki ilk kayıtları “End Of The World”, 72 yılındaki “666”
albümü artık klasikleşmiştir ve içerisindeki “The Four Horsemen” adlı
şarkı muhteviyatındaki en ünlü şarkısı olmuştur grubun. Vangelis bu
grubun kalbi durumundaydı ve hep progressive müzik yapmak istemişti ama
geri kalan üyeler çok farklı tarzlara yönelmek isteyince bu Aphrodite’s
Child’ın sonu olmuştur.
ARTHUR BROWN’S KINGDOM COME
Psychedelic space müziğin İngiltere’deki neferlerinden birisidir. Alan Parsons ve Hawkwind gibi büyük isimlerle de çalışmış olan Brown psychedelic
müziğe yön vermiş ve değişik açılımlar sergilemiştir. Yoğun klavye ve
bas soundu, nereden geldiği belli olmayan deneysel ses melodileri ve
yankı dolu vokaller bu oluşumun karakteristik özelliklerinden sayılıyor.
Sadece bununla kalsa iyi R&B müziğe de göndermelerde bulunan bu
değerli müzik adamı 70’lerde yaptığı iki albümle kült statüsüne
erişmiştir. “Galactic Zoo Dossier” ve “Kingdom Come” adlarındaki bu
albümler bir dönemi oldukça etkilemiş ve devamında bir sürü grup
tarafından taklit edilmiştir. 73 yılındaki “The Journey” albümüyle daha
da ileri gitmiş ve başarılarını ikiye katlamıştır. Bu grubun o dönemde
oluşturduğu yapı bugün Ozric Tentacles v.b. gruplar tarafından
kullanılmaktadır.
ASH RA TEMPEL
Daha sonra kurulacak The Cosmic Jokers adlı grupta yer almış olan Manuel Göttsching ile eski Tangerine Dream elemanı büyük synthesizer üstadı Klaus Schulze’nin
(yine The Cosmic Jokers’da da yer almıştır.) önderliğinde kurulmuş
klasik bir krautrock topluluğu. NEU! ve Can gibi gruplara nazaran ismi
daha az duyulmuştur fakat az sayıda albüm üretmelerine rağmen etkileyici
kalabilmiş nitelikli krautrock gruplarından da bir tanesidir.
Yukarıdaki iki isim birlikte grup kurmuşsa mutlaka dinlenmelidir. Bu iki
büyük kompozitör Ash Ra Tempel’ı ilk albümünde o kadar uçurmuşlar ki
içerisinde yer alan “Amboss” ve “Traummaschine” adlı eserler anında
klasik oluvermişler. Karmaşık bir ses dünyasından bir boşluğa düşer gibi
hissettiren müzikleri, derinlemesine giden karanlığa doğru giden bir
yolu da bize göstermektedir. İkinci albüm “Schwingungen”de Klaus
Schulze’nin olmamasına rağmen o aynı karanlık yapıyı sergilemeleri
takdire şayan. Özellikle “Darkness: Flowers must die”ın derinlikli ve
neredeyse 20 dakikalık “Suche & Liebe”nin o durgun-karanlık yapısı
da bu albümün vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Beat şairlerinin en önemlilerinden sayılan Timothy Leary’nin
olduğu “Seven Up” albümü ise grubun en iyi işlerinden birisi sayılıyor.
Adı üstünde ilk çalışmanın ismi “Space” adını taşımakta. Bırakın ilk
10’u en iyi krautrock albümlerinde ilk 5’e oynayacak derecede güçlü bir
çalışmadır “Seven Up”. Psychedelic gitarlar, efektli vokaller ve
dehşetengiz bir yapı. Manuel Göttsching Klaus Schulze’nin ayrılmasından
sonra grubun ismini kısaltır, Ashra ismiyle ve farklı bir müzikal
yapıyla devam eder. Ama 2000 yılında bir “yeniden toparlanma” yüzünden
beraber “Friendship” albümünü yayımlarlar. Bu çalışma ise eski Ash Ra
Tempel albümlerine pek benzemiyor. Onlar kadar karanlık derin bir müzik
içermiyor ama yine de güzel bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz.
ATOMIC ROOSTER
İngiliz grup muhteviyatındaki progressive rock tınılarını hard rock’la yoğurması sebebiyle ünlenmiştir. Emerson Lake & Palmer’da yer alan ünlü davulcu Carl Palmer’ında
kuruluşunda bulunduğu bu topluluk, Vincent Crane’in Hammond org
melodileri ile 70’lere damgasını vurmuştur. Crane’in özellikle
70’lerdeki Deep Purple müziğinde kullanılan o belirgin kilise org
tonlarını Atomic Rooster sounduna yedirmesi kendilerini bir anda ayrıksı
duruma getirmişti. Sert gitar sololar, onunla beraber giden güçlü
baslar ve yüzeyde yer alan müthiş org tınıları. Bunların arasına Carl
Palmer gibi usta bir davulcuyu da eklediğinizde ortaya çıkan sonuç
oldukça tatmin edici oluyor. İlk albüm bu sayılan özelliklerin hepsini
bir arada toplamış sanki. 1970 yılı bu albümdeki enstrümantal “Before
Tomorrow” gayet o döneme uygun bir çalışma olarak gözükmekte. Vokalist
ve davulcu değişimine uğrayıp ikinci çalışma “Death Walks Behind You”u
çıkaran Atomic Rooster bu albümde Hard Rock öğelerini daha çok
kullanmıştır. Yeni vokalist John Carr’ın sesi ise Deep Purple’ın ilk
vokalisti Rod Evans’ı anımsatırken Crane ise o kaçık Hammond
tonlarını sergilemekten geri durmaz. Üçüncü albüm “In Hearing Atomic
Rooster” ile yine bekleneni veren grup bir sonraki farklı çalışması
“Made In England”da hayranlarını şaşırtmıştır. Bu toplulukta 2000’lerde
müziğe devam etmiş fakat çoğu topluluk gibi son zamanlarında pek
tutulmamıştır. Sadece kendi kemik dinleyicilerine müzik yaparak devam
etmektedir.
AQUARELLE
Kanada’nın prog dünyasına verdiği tek albümlük
nadide gruplarından birisidir. Müziklerinde yer alan saksafon melodileri
dışında klavye ve o hüzünlü bir şekilde kulaklara çalınan viyolin’in
varlığı bu grubun bestelerinde çok önemli bir rol oynamış. Tek albümleri
olan kendileriyle aynı ada sahip çalışmalarını çıkarır birde konser
kaydı yapar ve sonra ayrılırlar. Fusion caz’ın klasik müzikle ve rock
ile buluşmasını güzel sentezleyen gruplardan birisidir.
BEGGAR’S OPERA
İskoçların senfonik rock tarzındaki bilinen
gruplarından birisi Beggar’s Opera ilk üç albümüyle progressive rock
dünyasında hep parmakla gösterilmiştir ama tabii ki ne bir YES ne de ELP
olabilmişlerdir. Vokalist Martin Griffiths’in etkileyici ve
karakteristik vokalleri, Alan Park ve Virginia Scott’ın klavye ve
mellotron’daki ustalıkları grubun müziğine de yansımış, vokalleriyle
dikkat çeken ve müzikal yapısında var olan mellotron ve hammond org’un
sayesinde de senfonik ağırlıklı bir topluluk olmuşlardır. ELP ve eski dönem Deep Purple
albümlerinde kullanılan kilise orgu tonları bu grubun çoğu eserlerinde
baskın bir şekilde duyulmaktadır. Gitarların çok ağırlıklı olmadığı
Beggar’s Opera grubunun ilk albümü 71 yılında “Act One” adıyla
çıkmıştır. Bu albüm çok başarılı bulunmuş özellikle giriş şarkısı “Poet
and Peasant” ve gitar soloların oldukça bol kullanıldığı “Raymond’s
Road”un bizi aniden klasik müzik ve barok müzik seanslarına dâhil etmesi
de bu albümün artı noktalarından. Sanki bir kilise içerisinde
dolaşıyormuşsunuz hissini veren müzikleri de bir o kadar nostaljik
duygular verebiliyor. Sonraki albümler olan “Waters of Change” ve
“Pathfinder” ile başarı anlamında daha da ileri giden bu toplulukta
düşüş 70’lerin sonuyla birlikte başlıyor. 96 yılında çıkan “Final
Curtain” ile gerçekten de çok kötü bir albüm yapmayı başaran Beggar’s
Opera daha çok eski albümleriyle bilinmektedir.
BIRTH CONTROL
German Rock tayfasının en önde gelen isimlerinden birisidir Birth Control. İlk “Backdoor Possibilites”
albümü ile tanımıştım ama tabii ki bu albüm grubun orta dönemine
tekabül ettiği için çok detaylı bir bilgi birikimine sahip değildim. O
haliyle bir hard rock grubunu andıran Birth Control’un daha önceki
albümlerine kulak attığınızda her şey birer birer çözülüyordu. Almanya
genellikle krautrock gruplarının diyarı olarak bilinse de caz
rock veya diğer progressive rock tarzlarında da biraz söz sahibi olmak
istiyordu. Burada bir parantez açmak isterim ki o da İngiltere’nin ve
İtalya’nın da bu tarz müzik konusunda Almanya ile kapıştığıdır. Bütün bu
çekişmeler arasında Progressive Rock dünyası öyle değişken bir yapı
sergiliyordu ki müzisyenler bir yaptığını gelecek albümlerde
sergilememeye başlıyordu. Caz rock’ın geçmişi fusion’a yakın
müzisyenlerin oluşturduğu gruplarca sergileniyor oluşu bir yana sırf
eleman değişikliği yüzünden koskoca bir grubun tarzı da yavaş yavaş etki
altına giriyor, bambaşka sulara açılıyordu. Birth Control unun en bariz
örneğidir.
İlk albümde icra ettikleri caz rock’ın gelecek albümlerde
bombardıman şeklinde bir hard rock’a dönüşeceği ve bu grubun da böylece
kendi dinleyicilerince efsane kategorisine yerleşmesini
engellemeyecekti. Peki, bu grubun sadece bu dönüşümle efsane olması
yeterli miydi, elbette hayır. Onun açıklaması ise kendilerinin çok
açılımlı müziklerinde yatıyordu. Zaman zaman caz rock diyarlarında geçen müzikleri hard rock
kisvesi altında yer yer klasik müzik ve deneysel müziğin sınırlarına da
uğradı. Şöyle baksanız dengesiz bir süreç geçiren bu topluluk yaşadığı
her değişimden 1977 yılına kadar kârlı çıktı. Aynı adlı ilk albüm,
“Operation”, “Hoodoo Man”, “Plastic People ve 1976 yılı albümü “Backdoor
Possibilites” ile çok şey başardılar ama 1980’li yıllar onlar için hiç
de iyi geçmedi. Bazen saf hard rock icra eden topluluk birçok
hayranından da eleştiri almış ve artık geri dönülemez bir yere doğru
yolculuk yapmıştı. 1982 yılında ise dağılmış 1995’deki “reunion” sonrası
çıkardıkları albümler de hiç ilgi çekmemişti. En son 2003 yılında
çıkardıkları “Alsatian” ise çok yanlış bir hamleydi onlar için. Ama
german rock denilince, Birth Control akla gelen ilk gruplardan biridir.
Davulcu vokalistleri bile vardır. Alman hard rock’ını seviyorsanız zaten
yolunuz bellidir.
BLACKWATER PARK
Almanya’nın krautrock arenasında
tek albümle ortaya çıkmış ve daha sonra kaybolmuş gruplarından birisi.
Saf krautrock yaptıkları zannedilmesin çünkü müzikleri oldukça farklılık
arz ediyor. Bugün sert blues rock dediğimiz bir tarzı geçmişte 70’lerde
onlar çok güzel uygulamıştır. Çift gitar partisyonları üstüne “heavy” bir müzik sergileyen Blackwater Park’ın 72 yılı tek albümü “Dirt Box”
sadece bu müziği dinleyenlerce biliniyor ve seviliyor. Böyle grupların
daha da ileri gitmesi imkânsız, devamı gelmemiş bir proje ve daha da
başarılı olacakken her şeyi geride bırakıp dağılmak. Belki o zamanlarda
müzikal anlayışlar daha farklıydı, belki de başka gruplarda sürdürdüler
müzik yaşamlarını ama bugün bile ünlü müzisyenlere ilham aşılıyorlarsa
(örn: Opeth’den Mikael Akerfeldt) yapacaklarını yapmışlar demek düşer
bize.
BOKAJ RETSIEM
Almanya, yıllardan 1968 krautrock günleri ve karizmatik bir grup. Bazen en sıkı krautrock dinleyenlerin bile bir şekilde ıskaladığı bir grup Bokaj Retsiem. Hammond Org’un
müziğin tabanından gelen o ayrıksı sesiyle, heavy gitar riflerinin
birbirine karıştığı, şiirsel vokallerin bulunduğu, devamlı gezen davul
vuruşlarının zil seslerine bulandığı psychedelic bir kaos albümü, tabi ki ismi üzerinde “Psychedelic Underground”. 1968
yılında bir albüm yapıp hemen ortadan kayboluyorsun ve seneler sonra o
yıllarda yapılan müziğin tadını biz çıkartıyoruz. Vokalistin sesi bir
nebze eski Deep Purple vokalisti Rod Evans’ı anımsatırken bu
topluluğun bir tarafının da blues müzikle ilgisi olduğunu belirtmek
gerek. Karanlık bir dünyadan yer altlarından gelen acı bir çığlık gibi
tınlıyorlar kulaklarda, bu da “Psychedelic Krautrock”ın tanımı da
olabiliyor. Takip edin!
BRAINTICKET
Krautrock sadece Almanya’dan sorulacak değil ya, İsviçre’den
de prog dünyasına çok güçlü bir isim armağan edilmiştir. Brainticket
ismindeki bu topluluk beyin kimyanızı alt üst edecek düzeye getirmeye
ant içmiş bir şekilde müziği deneysel hale sokuyor ve çift analog klavye
ile olabilecek en derin noktalara kadar sizi götürüyor. Şu gruba
benziyor bile diyemeyeceğim grubun müzikal tavrı sizi kozmik dünyalara uçuracak derecede kuvvetli. “Cottonwoodhill”, “Psychonaut” ve “Celestial Ocean”
çok üst düzey albümler olarak bilinirken, grubun 80’lerde ve 2000’lerde
oluşturduğu çalışmaları da belli bir kalitenin üstünde gözüküyor.
İsviçreli bu dahiler müziğe öyle etki etmişler ki krautrock dinlemeyenleri bile etki altına almayı başarmışlar. Albümlerinde halüsinasyon gören bir insanı müzikle tasvir etmek onların işiydi.
BRÖSELMASCHINE
Prog Folk gruplarının birkaç isim dışında pek şansı olmamıştır, ne Pentangle ve Renaissance
kadar büyümüşler ne de onlar kadar iyi albüm üretmişlerdir.
Bröselmaschine’de sadece ilk albümünde çıkış yapmayı başarmış yer altı
topluluklarından birisi. Atmosferik sayılabilecek müzikleri Amerikan folk’undan İngiliz folk’una
ve doğu melodilerine varana kadar geniş bir yelpazede dinleyiciye
sunulmuş. Flüt, sitar ve akustik gitarlarla birlikte yapılabilecek en
deneysel folk müziğini yapmayı başarmışlar. 71 yılında, kendi adlarını
taşıyan ilk albümleri kulaklarda o kadar güzel tınlıyor ki bu bağlamda
geleneksel bir şarkı olan “Lassie”, “The Old Man’s Song” ve albümün açılış çalışması “Gedanken” grubun en üst noktası sayılıyor. Joni Mitchell, Bert Jansch, Hoelderlin, Emtidi
gibi isimlerle beraber anılsa hiç sırıtmayacak derecede kaliteli
eserler üreten bu psychedelic folk topluluğunu dinlemenizi öneririm.
CAROL OF HARVEST
Carol of Harvest sadece bir albüm çıkarmış, Almanya’nın ender progressive folk
gruplarından. Her folk grubu gibi etkilerini Pentangle, Renaissance ya
da Clannad gibi gruplardan almışlar. 78 yılında, kendileriyle aynı adı
taşıyan albümde vokalist Beate Krause aynı Sandy Denny
gibi şarkılara derinlikli, öykünerek vokal yapmıştır ve bu da grubun
psychedelic yapısına uygun düşmüştür. Bestelerde genellikle folk
ağırlığı pek bulunmuyor fakat genellikle mid-tempo giden bu eserlerde
klavyenin ağırlığı ön planda diyebiliriz. Klavye müziğin psychedelic
olmasını gitarlar ve vokaller ise şarkıların bir parça folk olmasını
sağlamış. 16 dakikalık “Put On Your Nightcap” dışında ilgi çeken
çalışmalar olarak “You And Me”, “Try A Little Bit” ve “Sweet Heroin”
gibi şarkıları örnek verebiliriz. Carol of Harvest bu tek albümden
sonra kayıplara karışıyor ve kendileri hakkında pek bir bilgiye sahip
olamıyoruz. Eğer çok daha erken zamanlardan itibaren buluşup albüm
çıkarabilselerdi bu birikim ile Almanya’nın Pentangle’ı olmaları işten bile değildi.
CLEARLIGHT
Fransızların senfonik progressive rock'taki en
bilinen gruplarından bir tanesi. Bünyesinde ünlü müzisyenleri barındıran
grup caz etkili bazen space rock taraflarında gezen saksafon ve
violin katkılı bir müzik yapıyor. Gong'dan Steve Hillage, Tim Blake ve
Didier Malharbe, Magma grubundan ise Didier Lockwood Clearlight'ın
albümlerinde yer alan isimlerden bazıları. Bu müzisyenlerin grupta yer
alması sebebiyle topluluk müziğini de bir anlamda daha çok dinleyiciye
tanıtma amacına ulaşıyor. Clearlight'ın başyapıtları diyebileceğimiz ilk
albüm 73 yılında "Clearlight Symphony" adında çıkmıştır.
Ardından gelen "Delired Cameleon Family", "Forever Blowing Bubbles" ve
78 yılı "Visions"ın önemini burada belirtmek gerekir. Bu albümlerle
Fransa'nın da bu tarz müzikte ne kadar ileride olduğu görülüyor. 1990'da
yayımlanan ve ilk albümün devamı niteliğini taşıyan "Clearlight
Symphony II"de grubun başarılı örneklerinden birisidir. Topluluk
günümüzde de Cyrille Verdeaux önderliğinde müziğine devam ediyor.
COMUS
Comus için İngilizler'in acid folk alanında ulaştığı en son nokta
denilebilir. Müzikleri progressive folk olarak da adlandırılır ve
sadece tek albümle eski dönem acid folk tarzının yeniden tanımlanması bu
grup sayesinde olmuştur. Bazı çalışmalarında Psychedelic tınılarına da rastlayabileceğiniz bu grubun çok fazla albümü bulunmamaktadır. 71 yılı "First Utterance" adlı kayıtla günümüz progressive müziğine de etki edebilen grup yer yer Jethro Tull ve Curved Air
etkileri, akustik flamenko dokunuşları ve King Crimson müziğinden yoğun
derecede feyz alışları sayesinde çok karmaşık sayılabilecek derecede
vokal partisyonlarına da sahiptir. Viyolin, viyola, flüt, obua ve
perküsyonlar müziklerinde çokça yer bulur. Bu grubun günümüzdeki en
önemli takipçisi ise Opeth'den tanıdığımız Mikael Akerfeldt'dir. İleri
düzeyde progressive rock plak toplayıcısı olan Akerfeldt, bu grubun
plaklarını koleksiyonunun en değerli parçası olarak görür ve bazı
röportajlarında bu grubun tişörtünü giyerek de topluluğa olan
hayranlığını gösterir. Comus'u ilk olarak dinlemekteyseniz pek birşey
anlamayabilirsiniz; çünkü üst üste zekice yerleştirilen melodiler birkaç
dinlemeden sonra ortaya çıkar ve grubun müziğine hayran olursunuz. Diana, Drip Drip, Song to Comus
gibi çalışmalarla gerçekten de hatırı sayılır iş yapmış ve yıllar sonra
bile bir çok dinleyiciyi ve müzisyeni etkisi altına alabiliyorlar. 2012
yılında ise grubun Out of the Coma albümü çıkmış ve eski günlerindeki gibi aynen aynı kalitede müziklerini yorumlamışlardır.
CORNUCOPIA
Cornucopia, ünlü krautrock plak şirketi Brain Records’un kataloğunda rastladığım tek albüm yapıp dağılmış Alman bir gruptu. 1990’ların sonunda ise yine ünlü plak şirketi Repertoire Records cd’lerinin Türkiye’ye daha çok gelmesiyle beraber bu tek albümlük gruplara da rahatlıkla ulaşabiliyorduk. Bu katalogda Electric Sandwich ve Lava
gibi gruplar da vardı fakat Cornucopia benim için biraz daha ön planda
olduğundan –albümün kapağını çok sevmiştim- onu edinip dinlemiştim
hemen. Bir rock müziğin oluşması için hangi müzik aletleri gerekliyse
Cornucopia bunun üstüne flüt, saksafon gibi enstrümanları eklemiş,
dahası Pink Floyd benzeri dokunuşlarla süslemiş bir fantastik psychedelic
grup görüntüsü çizmekteydi. Bir de bu özelliğin üzerine caz ve
canterbury ekolünün gruplarınca sergilenen yapıyı eklediğinizde ortaya
çıkan sonuç inanılmazdı. Topluluk albümde yer alan 4 çalışma ile
kendisini sevdirmiş ve hemen ardından dağılmıştı. Sırf bu sebepten bile
efsane olabilecek kapasitede iyi bir gruptur. Bahsettiğim albümün ismi
ne mi? Tabi ki 73 yılı basımlı “Full Horn”.
CRESSIDA
Senfonik rock tarzında İngiltere’nin yer altı
topluluklarından birisidir. Sadece iki albüm yapıp dağılmışlardır ama
oluşturdukları bu iki çalışma o kadar önemlidir ki günümüz
müzisyenlerini bile etki altına almıştır. Aynı adlı 72 yılı albümü bir
klasik olmakla birlikte Caravan, Fruupp, The Moody Blues gibi grupların sentezini yapmış ve bu sayede kendi melodik soundlarını oluşturmuşlardır. 71 yılı bir sonraki “Asylum”
albümüyle de başarılı bir grafik çizmiş fakat bu çalışmanın ardından
ortadan kaybolmuşlardır. Cressida, folk, psychedelic, caz gibi türleri
harmanlamış ve bestelerinde org melodilerini yoğunlukla kullanan önemli
gruplardan biridir.
CURVED AIR
İsimleri Caravan, Renaissance gibi
gruplarla birlikte anılan İngiliz progressive rock grubudur. Müzikal
tarzlarını bir yere yerleştiremezsiniz, özgür bir biçimde folk, klasik
müzik ve fusion cazın sentezini kurmuşlar ve 70’li yıllarda çıkardıkları
albümlerle adından söz ettirmişlerdir. Vokalist Sonja Kristina
geçmiş dönemlerden beri grubun ilgi odağı durumunda ve bu yüzden
Renaissance dinleyicilerine de yakın gelen bir tarzı var. Curved Air’in
ilk iki albümü olan “Airconditioning” ve “Second Album” çıktıkları yıl
haklı bir ilgiyle karşılanmış ama asıl başarı “Phantasmagoria” albümü ile gelmiş. 72 yılı bu albümdeki “Melinda” şarkısı çok beğenilmiş, grubun klasik müzikten yaptığı varyasyonlar da çok tutmuştur. The Police davulcusu Stewart Copeland
ise bir dönem bu toplulukta yer almış 75 ve 76 yıllarındaki albümlerde
çalmıştır. Bu topluluk 2000’lerde de müzik yapmıştır ve yapmaya da devam
ediyor ancak ne var ki geçmiş dönemdeki başarıları maalesef yok.
...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder