PARADISE LOST
HOST
EMI
İngilizlerin ünlü Q dergisini bilenler bilir, orada yazan yazarları
çok açık ve geniş bir düşünce tarzıyla yazdıkları için bir dönem
kıskanırdım. Bizim müzik medyası ile aralarında çok fark olduğu
apaçıktı. Her açıdan, düşünce tarzından tutun da yazın sanatının
farklılıklarını uygulamaya kadar her şey öylesine insana apaçık
görünüyordu ki… Artık yayın hayatına son vermiş dergilerimizden
birisinde çok küçük bir köşe yazısı dikkatimi çekmişti ve orada bu albüm
için bayağı kötü sözler okumuştum. Evet, dedim ya düşünce tarzımız,
dinleme algımız ve bunu yorumlayış biçimimiz o kadar basit ki…
Tabii her şey bu kadar da basit değil aslında. Siz bir albümü elinize
alıp dinleme yetisinin tüm gereklerini yerine getiriyorsunuz ve
geçmişle gelecek arasında yanlış bir bağlantı kurup bunu yanlış
aktarabiliyorsunuz insanlara. Bu o kadar da talihsiz bir yazıydı ki
üstüne günlerce düşünmüştüm. Değişimi yargılamak eğer yapıcı ise bu
karşı tarafta iyi duygular uyandırıyor, bu gerçek. Öbür taraftan yıkıcı
oluyorsanız da bunun zararlarını tarih zaten zamanla dersini veriyor.
Paradise Lost her dönem devrimi içerisinde yaşamış ve yaşatmış bir müzik
topluluğu, safkan İngiliz olmaları dolayısıyla her daim ciddiyetlerini
elden bırakmamış ve soylu bir şekilde yaşamaya devam eden sofistike bir
gruptur.
Doom metal ve gotik metal ile içli dışlı olan dinleyiciler bilirler
ki Paradise Lost onlar için altın kadar değerlidir. Bir türün neredeyse
başlangıcını yapmak ve arkasından gelen bir sürü müzik topluluğunu
etkileyebilmek kolay değil. “Lost Paradise”, “Gothic”, “Icon” ve orada
en kenarda köşede duran ve bir karamsarlık, yalnızlık abidesi olan
“Draconian Times” gibi nitelikli eserleri yaratmak Nick Holmes’un ve
dolayısıyla tayfası Paradise Lost’un eseriydi. Nick Holmes depresif,
hisli birisi ve olaylar hakkında, dünyada gelişen olumsuzluklar üzerine
doktora yapabilecek ve bunlar hakkında derinlemesine kitaplar
yazabilecek derecede iyi bir söz yazarıdır. Kendisine asla sınır
koymayan ve peşinden grubunu da sürükleyen inanılmaz bir grup lideridir
de aynı zamanda. 1990’lı yılların sonuna gelirken “One Second”ın
kayıtlarında grup içerisinde müzikal olarak devrim yaşandı ve şimdi bile
üzerine çokça konuşulabilen tarifsiz bir durum yarattılar. “One Second”
ile ulaşılan farklılık grubu bambaşka bir tarafa sürükledi. O albümde
kullanılan bütün tonlar bugün neredeyse taklit edilir hale geldi. Synth
destekli gothic müziğin en önemli örnekleriydi onlar. Nick Holmes
bununla da yetinmedi insanların ağızlarını açıkta bırakacak bir şeyler
daha denemeye karar verdi: Dark Synthpop!
Synthesizer destekli gotik rock müziğinin en önemli örneklerinden birisi
olan “One Second”dan sonra bir büyük firma olan EMI’a geçerek ilk önce
kendilerini, sonra da dinleyicilerini şaşırttılar. Bu, grup için yine
bir devrimdi. “Host”, içerisinde neredeyse gitarların pek duyulmadığı,
synthesizer ile yapılmış, pop ve rock müziklerden esintilerle meydana
getirilmiş derin, hisli ve kusursuz bir albümdü. Tabii eleştiriler de
beraberinde geldi. Synthpop, içeriğini new wave, post-punk ve elektronik
müziklerden alan detaylı bir müzik türüdür. Drum machine adı verilen
programlı bilgisayar sistemi ile desteklenen olayları da beraberinde
taşır. Paradise Lost, “Host” albümünde hiçbir zaman eğreti durmayan,
aksine ilk defa denedikleri bir müzik tarzında pek anlaşılmamış
başarılar elde etmiş, Depeche Mode, Simple Minds, Pet Shop Boys gibi
türün en önemli isimlerinden aldığı etkileşimlerle müzik yapmıştır.
“One Second” ile olumsuz eleştirilere de uğrayan topluluk bu albümle
bazı yayın organları tarafından talihsizce yerden yere vuruldu. Oysa
beste açısından bakılacak olduğunda bu o kadar da doğru bir şey değil.
İnsanlar sadece oluşturdukları tonlar ve melodiler açısından baktılar ve
bir Depeche Mode taklidi yakıştırmasını kullandılar. Tabii bu durumda
beste konusu ikinci plana atıldı ve albüm bir anda yerlerde gezindi. O
dönemde hatırlanacağı üzere Katatonia, The Cure’un karamsar tarafının
yoğun etkisindeki “Discouraged Ones”ı, Moonspell ise bir gotik rock
klasiği “Sin/Pecado”yu çıkararak değişimin yalnızca Paradise Lost’ta
olmadığını gösterdiler.
Nick Holmes bu albümde yaşadığı psikolojik çöküntüleri, din üzerine
düşündüğü olumsuz yaklaşımları anlatıyor ve hayat üzerine düşüncelerini
anlatıyor. Depresif sözler, umutsuz ve artık çıkış yolu bulunamayacağını
gri sözlerle açıklıyor. Müzik, tonlamalar açısından bakıldığında üstad
Greg Mackintosh’un kullandığı karanlık synthesizer’lar ve gerilerden
gelen gitar tınıları ve pop müziğin en derin melodileri bu albümde
kullanılmış. Depeche Mode’un 1997’de çıkan “Ultra” albümünden baya
etkilenmiş Nick Holmes. Hatta albümün en synth destekli pop
şarkılarından olan Ordinary Days’de Depeche Mode’un It’s No Good
tonajlamaları gayet net hissediliyor. Derin huzursuzluk ihtiva eden In
All Honesty, karamsarlığın sınırlarında gezintiye çıkmış olan hüzün
bombardımanı It’s Too Late, Nick Holmes’un sesinde anlam bulan
şarkılardan iki tanesi. Albümde ilerlediğinizde kusursuzluk daha da
dikkati çekiyor ve Behind The Grey, Wreck ve olağanüstü güzel bir şarkı
olan Made The Same sizi çember arasına almakta gecikmiyor. Albüme aynı
adı taşıyan Host adlı şarkıda kullanılan yaylı destekli melodiler, Year
Of Summer’ın girişindeki o synth’ler çok zekice koyulmuş.
Bu albüm, yazının başlangıcında belirttiğimiz gibi haksızca eleştiriye
uğramıştır. Evet, bir anlamda Depeche Mode gibidir ama aslında beste
bazında bakıldığında kusursuz olduğu dikkati çekecektir. Çünkü Behind
The Grey, Made The Same, Year Of Summer hatta hatta In All Honesty gibi
çalışmaları başka bir yerde dinleyemezsiniz, bunları size başka gruplar
da yorumlamaz.
Bu albümü dinlemek isterseniz mutlaka Japon baskısını bulmanızı
öneririm. Çünkü So Much is Lost ve Languish gibi şarkıların çok değişik
miksleri var ve elektronik müzik ile ilgilenen arkadaşların bayağı
ilgisini çekecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder