15 Ocak 2013 Salı

Steven Wilson - The Raven That Refused To Sing (And Other Stories)


      Tahmin ederim ki yine çok beğenilecek. Çünkü başka seçeneği yok. Adına sanına güvenilen müzik siteleri tarafından yere göğe sığdırılamayacak.

              Steven Wilson’un başarıları ardında yatan gerekçe ise geçmişinde saklı. Aslında heavy metal müziğine bulaşmadan önce çok değişik, çok farklı albümlerde çalmışlığı olan bu popüler kültür müzisyeninin gittikçe büyümesinin sebeplerinden birisi altyapısının zengin oluşu ve bu sebeple geleneksel ile modern arasında bir köprü kurabilmesidir. Aksi takdirde “sevdiğim albümler”, “etkilendiğim gruplar” listesine onlarca grup ismiyle doldurmazdı. Kendisinin böyle çok farklı tarzlarda albüm çıkarmasının bir diğer sebebi de öncü olabilmek kaygısıyla bir şeyler yapması. Kendini tekrar etme gibi bir şey söz konusu değildir Porcupine Tree ve Steven Wilson bestelerinde ama şu çok açık ki dinlediğiniz herhangi bir pasajın bir başka grubu anımsatması da mutlaka olasıdır. İşte bu yüzden dinleyiciler yorumlarında mutlaka bir ya da iki topluluğun ismini yazar bu gruptan bahsederken. Porcupine Tree’nin başarısı da yenilikçi olmasında saklı ve ayrıca da son albümleri “The Incident”ın fazlaca eleştiriye uğraması ve fazla beğenilmemesi sonucunda da bir parça hayal kırıklığı yaratmıştır dinleyici de.  Bunun sebebi acaba grubun kendini tekrar etmesi midir? Evet, bir parça öyle denebilir, çünkü o zamana kadar belli bir seviyenin üstünde giden çalışmalar sonucu çok yavan bir albümle ortaya çıkmaları ve sonucunda da gruba ara vermeleri gelecekte bir silkinme olarak geri dönebilir.

        Steven Wilson’un bambaşka projelerinden başka ciddi ciddi bir solo kariyer yapmak istemesi de ayrı bir konu. Diğer proje gruplarından farklı olarak bu çalışmalarında özgürce kendi istediklerini yapabilmesi, istediği müzisyeni çağırıp enstrüman yorumu yaptırabilmesi de cabası. İlk albüm “Insurgentes” kulaklarda çok iyi yer bırakmasa da belli bir başarının üstünde olduğu su götürmez bir gerçek. İkinci albüm “Grace For Drowning” ise Wilson’un atağa geçtiği, neredeyse çoğu dinleyici tarafından beğenilen, Wilson’ın kendi çıtasını yükselttiği bir albüm olarak tarihe geçti. Yine insanı tedirgin edici bir konsepti ortaya çıkaran albümünde kendi özgün tonlarını yaratmaktan ziyade King Crimson ve türevlerinin etkisi altında kalan bir çalışma dinlemiştik. Tabi bu insanların pek umurunda olmuyor. Steven Wilson’un adının geçtiği her şey kalitelidir nasılsa diyerek öyle dinleyen insanlar çok olduğu için özgünlük sorunu onlar için ortadan kalkıyor ve eleştirmiyorlar. Wilson’un yaptıkları aslında öyle çok dâhice şeyler değil ancak gözlerde çok büyütüldüğü ve popüler bir kültürün parçası olduğu için insanlar onun yaptıklarına çok dâhice gözlerle bakabiliyor. Oysa 2011 yılında çıkan diğer üstün albümlere göz attığımızda çok daha özgünlerine rastlayabiliyoruz ancak Wilson’un sırf isminden dolayı çok yüksek yerlerde yer alması da bir anlamda kendisinin şansı. Bu şansı da kendisi yaratmıştır. Yoksa Discipline’in “To Shatter All Accord”un, eski Big Big Train elemanı Sean Filkins’in “War And Peace & Other Short Stories”in ya da Beardfish’in White Willow’un onun altında kalacağını zannetmiyorum.

          Belki kendisi daha da büyümeyi kafasına koymuş olacak ki son albümü “The Raven That Refused To Sing (And Other Stories)”de birçok ünlü ismi beraberinde görüyoruz. Guthrie Govan, Marco Minnemann, Theo Travis ve Nick Beggs gibi büyük isimleri albümünde görmekten şeref duyduğumuz bir çalışma, ancak tüm düşüncelerin ışığında eleştirileri de beraberinde getiren, dinleyicileri ikiye bölen ama ne hikmetse yine “dokunulamaz” kategorisinde duran bir albüm bu.

      Her zamanki gibi yine karanlık melodilerin peşinde gitme taraftarı bir Steven Wilson ve onu yumuşatmaya çalışan flüt ve saksafon melodileri. Theo Travis aslen bir jazz müzisyeni ama Porcupine Tree’nin de bazı çalışmalarında görürüz kendisini. Wilson ile arkadaşlıkları da buradan gelir. Kendisinin bu albümde yer alması bestelere çok yoğun bir katkı olarak algınlanmamalı, aksine çok daha yüzeysel, şarkılara eşlik edici düzeyde dinliyoruz kendisini. Guthrie Govan’ın olması ise bu albümün bir farklılığını göz önüne seriyor o da, fusion. Evet, Steven Wilson’un bu çalışmadaki en büyük farklılığı fusion ve jazz ile daha çok zaman geçirmiş olması ve deneysel unsurları da bir parça geri plana çekmesi. Nick Beggs’in dolgun bas yürüyüşleri, Govan’ın kendine has fusion gitar yorumlaması ile çok çeşitli anlarda doruğa çıkan bir albüm bu. “Grace For Drowning” ile akrabalık bağlarının pek olmaması bu farklılığın diğer bir yüzü ancak albümün derinliğine inildiğinde bunun da yorumunun çok değişik sinyellere gideceğinin de kanıtı oluyor. Şöyle ki albüm bestelerinde gözlenen farklılık açıkça ortada ama herhangi bir fusion/jazz dinleyicisi için çok özel olmayan hatta kolayca yenilip yutulabilecek bir çalışma olduğu kulaklardan kaçmıyor. Yukarıda bahsettiğim albümün derinliğine inilmesi konusu ise King Crimson ile alakalı. Crimson’un 90 sonrası tonlamalarından ve özellikle “THRAK” albümünün tonlarından yoğunlukla yararlanmış. Bazı suskun ve sakin gitar melodilerinde ise Mikael Akerfeldt’in Opeth’de yaptığı gibi aynı tonlamaları kullanmış. Marco Minnemann’ın beste içinde yarattığı karmaşık partisyonlar ve o dinamik yapı ise albümün temel taşlarından birisi. Wilson iyi ki kendisiyle çalışmış yoksa böyle bir sonuç zor elde edilebilirdi. Daha önce Pink Floyd ile çalışmış Alan Parsons’un bu albümün yapım aşamasında yer alması da Wilson’ın bu albümünün ne kadar da iddialı olduğunu gözler önüne seriyor.

        Aynen Kaipa’nın “Keyholder” albümünün giriş şarkısı "Lifetime Of A Journey" daki gibi bir  davul-bas yürüyüşüne benzer yapıda açılan albümdeki ilk şarkı “Luminol” adını taşıyor. Govan’ın stili klasik fusion sularında geziyor ve Travis’in yumuşak flüt melodileri ile karşılaşıyoruz. Burada kullanılan ve derinlerden gelen klavye ise daha önce yüzlerce kez duyduğumuz cinsten. The Alman Brothers Band’in konserlerde emprovize takılmalarını hatırlatan bir yapısı olduğu gerçeğini de saklamamak gerekiyor. O kadar karmaşık partisyonlar arasında Guthrie Govan’ın kısa gitar bölümlerinin olması ve olayı Steven Wilson’un devralması sonucu şarkı fusion’dan uzaklaşmakta ancak piyano melodilerinin tekrardan olaya dâhil olmasıyla farklı bir çalışma dinlemekteyiz. “Drive Home”un başlangıcındaki gitar melodisi Mikael Akerfeldt’in tonlarıyla benzerlik taşımakta. Çok fazla özelliği olmayan standart bir Steven Wilson bestesi. 

          “The Holy Drinker” ise belki de albümün en iyilerinden birisi. Girişteki o kaotik yapı zaten hemen kendisini belli ediyor. Steven vokallere girdiğinde ise 80’li yılların bir new wave/post punk kaydında hissediyoruz kendimizi. Belki Joy Division ve belki de The Cure… Wilson’un bu tondaki vokal bölümlerini kullanması çok yerinde olmuş. Flütlerin ve klavyenin farklı zamanlarda aniden besteye dâhil olması neticesinde sanki bir The Tangent şarkısı dinliyoruz gibi bir his oluşuyor insanın içinde. Şarkının 6:12 dakikasında başlayan bölümü bestenin en iyi tarafı, çünkü inanılmaz bir yoğunluk oluşturulmuş ve bu da dinleyiciye büyük bir haz veriyor. Theo Travis’in flüt melodileriyle Steven Wilson’un ise girerek yükselen vokal bölümlerinin etkisiyle doruklara çıkardığı “The Pin Drop” ve yaklaşık 12 dakikalık “The Watchmaker”da ise Minnemann’ın Beggs’in ve Guthrie Govan’ın ipleri eline aldığı iddialı bir çalışmayı dinliyoruz. 

      Albümle aynı adı taşıyan şarkı ise belki de bu albümü dinleyen dinleyicilerin birçoğunun favorisi olacak. Çünkü Steven Wilson’un kendini var ettiği insanlara kendisini tanıttığı bir şekilde ortada duran o kendine ait soundunun bir yansıması. Çok derinlikli ve atmosferik, ambiyans yaratan bir beste. Bunları Porcupine Tree’nin ilk yıllarında çokça deniyordu ancak son yıllarda özgünlükten çok uzaklaştığı için kendisinden dinleyemiyoruz.

      “The Raven That Refused To Sing (And Other Stories)” şimdiden 2013 yılının en iyi progressive rock albümleri arasına girmeye aday gözüküyor. Her ne kadar Wilson bu albümde ipleri başkalarının eline verse de yine kendisinden birçok unsur katmış. Fusion ve jazz arasında gidip gelen, deneyselliğe pek yaklaşmayan, karanlık pasajların yer yer bestelerde bir köşe bulduğu bir çalışma olmuş. Çok mu özgün? Hayır, değil. Bu da dinleyicileri için önem arz etmiyor. Kendi yolunda ilerleyen bir Wilson, tartışmaya açık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder