6 Aralık 2012 Perşembe

Progressive Rock - 10 (Gruplar - N - ...)

NOVALIS

Almanya’nın tozlu raflarında kalmış ve adı pek duyulmayan gruplarından birisi olmuş olan Novalis, ismini Alman romantizminin ve felsefenin aynı adlı usta kaleminden almıştır. Bazı yerlerde yaptıkları müziğe krautrock dense de pek alâkası yoktur, aksine senfonik yapılı, yer yer romantik, bazen King Crimson, bazen Gentle Giant’ı hatırlatan, klavyeler ve genel sound açısından Deep Purple’a kadar da uzanan geniş bir müzikal yapısı vardır.  Hammond org tonlarının Jon Lord’u anımsatışı ve King Crimson’un “Epitaph” dönemine öykünmeleri de cabası. Almanca şarkı sözleriyle bezeli bu nadide albümler arasında kendi adlarını taşıdığı “Novalis” ile birlikte “Banished Bridge”(genelde bu albüm psychedelic space rock etkileri taşır ve grubun tek ingilizce albümüdür.), “Sommerabend” ve “Brandung” progressive severler tarafından en çok tercih edilenlerdir. “Konzerte” isimli canlı kaydı ise ayrıca önem taşır. 80’lerde ise müzikal olarak 70’lerde yaşadıklarının tam tersini yaşamışlar, pek adlarından söz ettirememişlerdir. Yukarıda sayılan albümlerle birlikte sadece kendi dinleyicileri tarafından bilinmiştir.

OMEGA

Macarların efsanevi topluluğudur. Şarkılarını Macarca ve İngilizce olarak seslendiren bu grup daha ilk albümlerinde kült statüsüne yerleşmiştir. Progressive rock dinleyenleri için çok özel anlamlar ifade etmişler, gitar tınılarıyla, güçlü soundları ile 70 dönemini etkisi altına almışlardır. Psychedelic space rock çizgisindeki besteleri, László Benkő’nün derinlik yaratan klavye partisyonları ve gitarlarda yer alan György Molnár’ın efsane tınıları topluluğun psychedelic sayılmasındaki en önemli etkenlerdir. Çok önceleri TRT FM radyolarındaki progressive rock programlarında macar topluluklarına çok önem verilirdi ve Omega’da birçok programda yer alarak dinleyicilere tanıtılmış ve sevdirilmişti. Şu albüm çok iyi bu vasat şeklinde tarif etmeden 70 dönemi bütün eserlerini bir seçime tabi tutmadan sırasıyla hatmedebileceğiniz üstün bir topluluk bu. Keşke çok daha iyi tanınabilseydi, ama şimdiki genç kuşakların, üzerinde en çok durması gerektiği bir grup olan Omega’yı şiddetle onlara tavsiye etmekten başka söyleyebileceğim bir şey yok. Türkiye’de 70’lerde oluşturulan rock müziğine benzer bir şekilde müzik yapan bu topluluk bu özelliğiyle de ülkemiz dinleyicileri tarafından beğenilmiş ve yıllarca dinlenmiştir. Omega 82 yılında ülkemize gelmiş ve izleyenlerden dinlediğim kadarıyla, efsane denilebilecek bir performansa imza atmış. Grubun konserlerine dünyanın her yerinden dinleyicinin gelmesi de bu topluluğun ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Grup bugün bile faaliyettedir ve 2010 albümü “Omega Rhapsody” ile yine klasını konuşturmuştur.


 OUT OF FOCUS

Almanların, müziğini krautrock alanından caz rock semalarına ulaştıran mükemmel gruptur. İlk dönem eserlerinde krautrock etkisi çok belirgin olmakla birlikte daha sonraki albümlerinde caz ve fusion gibi deneysel tarzları da beraberinde fazla kullanır. İlk albümleri “Wake Up”taki gitar tınılarının cazdan çok daha space rock daha deneysel açılımlarının olduğu bilinir. Amon Düül etkileri, hammond org ve flüt tınıları deneysel müziğin içerisine zekice yerleştirilmiştir. Müziğin durağan bölümlerinde ise org melodilerinin The Doors’u anımsatması içten bile değil. 71 yılı “Out Of Focus” ile daha da gelişen bu topluluk “Four Letter Monday Afternoon” ve “Not To Late” ile iyiden iyiye caz/fusion rock sularına açılmış ve daha sonra ortalıktan kaybolmuştur.


 PAVLOV’S DOG

1970’lerde progressive rock konusunda hep Almanya, İtalya ya da İngiltere’mi söz sahibi olacak? Bir tokatta Amerika’dan gelmekteydi. Pavlov’s Dog’dan bahsediyorsanız sadece tek bir isimden de bahsedebilirsiniz. Bu isim Geddy Lee’den daha da tiz sesli vokaller sergileyen David Surkamp’dan başkası değildir. Bir Pavlov’s Dog şarkısı çaldığında onun vokallerine dikkat kesilir şarkıya kendinizi kaptırırsınız. Rock tarihinde bir Steve Perry gibi Bob Catley gibi farklı bir tarzı olduğu açıktır. Pavlov’s Dog ise Amerikalı olması dolayısıyla AOR (Melodik Rock olarakta bilinir) müziğine yakın bir tarz sergiler fakat gerek gitar melodileri olsun bestelerin karmaşıklığı olsun progressive bir özellik de taşımaktadır. İlk albüm 74 yılında “Pampered Menial” adıyla çıkar. “Late November”, “Song Dance” gibi kaliteli şarkılar hemen kendisini gösterir. Pavlov’s Dog’un bir özelliği de grupta bir dönem orjinal YES davulcusu Bill Bruford’un (daha sonra King Crimson’a geçer.) da yer almasıdır. İkinci albüm olan “At The Sound Of The Bell”de yer alan Bruford tarzını hemen belli eder ve bu albüm çok başarılı bulunur. Surkamp’ın melankolik vokallerinin yanı sıra müziğin ilk albüme göre daha da kompleks olması dinleyicilerin dikkatini çeker. Grup bundan sonra önceki iki albüm ayarında kaliteli bir kayıt yapmaz ve dağılır. 90’lı yıllarda geri dönen topluluk daha yumuşak tarzdaki şarkılarıyla günışığına çıkar ama eskisi kadar başarılı olamaz.

 PELL MELL
Alman senfonik rock gruplarının dikkat çeken isimlerinden birisi olan Pell Mell bariz senfonik folk (çok ilginçtir bu iki ana tarzı birleştirmişlerdir.) soundu ile progressive rock dinleyicilerinin isminden en çok bahsettiği gruplardan birisi olmuştur. Bunu da ilk albüm “Marburg” ile başardılar. “Marburg” progressive rock tarihinde en iyi debut albümleri sıralamasında başı çekecek derecede kaliteli bir çalışmadır. Bu albümdeki senfoni öğeleri bir orkestra biçiminde değil de sadece Thomas Schmitt’in kullandığı bir viyolin ile verilir ve sanki orkestra içerisinde bir viyolin solo varmış hissi yaratır. Otto Pusch’un kullandığı sade piyano ve org geçişleri bazen solo biçiminde de verilir ve çok zengin olan bu melodiler sayesinde de bu yapı daha da zenginlik kazanır. “Marburg”da dikkati çeken bir nokta da ünlü klasik müzik kompozitörü Bedřich Smetena’nın sözsüz olarak yorumlandığı (gerçekte bu bir şiirdir) “Moldau” eseridir. Hüzünlü bir biçimde icra edilen bu ciddi eser grubun başarısında da büyük önem arzetmektedir. Pell Mell’in “Marburg”un ardından yayımladığı “From The New World” onun kadar başarılı olamaz ama yine de iyi bir albüm olarak sayılmalıdır. 75 yılındaki “Rhapsody” ise gayet iyi bir albüm olup ilk çalışma “Rhapsody - Frost of an Alien Darkness” grubun tepe noktalarından birisidir. Vokallerinin ani ses çıkışları ve bir folk grubunu anımsatırcasına kullanılan viyolin melodileri ile Almanya’nın değerli gruplarından birisi olmuştur.


 POPOL VUH

        Adını Maya’ların kutsal kitabı olarak bilinen Popol Vuh’dan alan bu topluluk Almanya’nın en önde gelen krautrock gruplarındandır. Aynı isimde Norveçli bir caz rock grubu da vardır fakat isimleri daha sonra Popol Ace olarak değişmiştir. Alman elektronik müziği ve krautrock denilince akla gelen ilk isimlerden birisidir Popol Vuh. Moog synthesizer virtüözü, meditasyona meraklı Florian Fricke önderliğinde kurulmuştur. Epik çağrışımlı etnik müziklerden oldukça yararlanmış ve devamlı yeni sesler bulmak için araştırma yapmış bir beyinin ürünüdür. Space müzik olarak tarif edilen, bunun içerisini Tangerine Dream ve Klaus Schulze gibi isimlerin çokça yaptığı “melodilerle karanlık dünya tasviri” olarak betimleyebileceğimiz bir yapıyla doldurmuşlardır. Ünlü Alman film yönetmeni Werner Herzog’unda yakın bir arkadaşı olan Florian Fricke kendisinin en önemli filmlerinden birisi olan “Nosferatu”ya da el atmaktan geri kalmamış müziklerini hazırlamıştır. “Affenstunde”, “In den Gärten Pharaos” ve “Hosianna Mantra” Popol Vuh’un önemli albümleri arasında yer alır. Aslında sadece 1970’lerde oluşturduğu çalışmalar değil 80’lerde hatta 90’larda çıkartılan albümler de önem taşır. Seslerle oynamayı çok seven Fricke, kendisinden sonra kurulacak bir sürü topluluğunda önünü açmıştır. Kendisinin 2001 yılında kaybedilmesinin ardından da bir dönem sona ermiştir. Müzik dünyasına biribirinden önemli yapıtlar kazandıran bu isim bugünkü elektronik müziğin de temel yapı taşlarından birisi olmuştur.


 RAINBOW THEATRE

Avustralya semalarından senfonik prog müziğe çok iyi bir örnek. Genellikle King Crimson ve onun yaptığı gibi doğaçlamaya yakın caz öğelerini öyle bir genişleterek sunmuşlar ki zamanında, şapka çıkarmamak elde değil. Çok kalabalık bir kadroya sahip olan Rainbow Theatre müziğinde saksafon, trompet, klarnet ve flüt gibi zengin sesli enstrümanlar dışında alto ve soprano sesli vokalistler de mevcuttur. 75 yılındaki “The Armada”, iyi albümlerine örnektir. Bir albüm daha yapıp tarihe karışmışlardır. Avustralya’nın da prog müziğe katkısı bu tarz gruplarla tasdiklenmektedir.


 RENAISSANCE

1960’ların sonlarında müziğe başlamış ve 70’li yıllara damgasını haklı olarak vurmuş İngiliz senfonik rock grubu. Akustik Gitarlı, yoğun senfonik ve caz yapılı müzikleri ve Annie Haslam’ın o soprano sesiyle ilgi çekmiş ve 70’li yıllardan sadece iki albüm yapsa bile efsane olabilecek bir topluluktur Renaissance. Akustik enstrümanların yoğun olarak kullanılışı progressive folk gruplarına bile etki etmiş ve bu sayede bazı şarkıları folk kategorisinde de değerlendirilmiştir. 69 yılı ilk albüm “Renaissance” adıyla yayımlanır ama bu albümde daha Annie Haslam vokallerde yoktur. Kısmen iyi bir başarı sergilemiş ardından gelen “Illusion”da da aynı durum görülünce Annie Haslam ile “Prologue” albümü hazırlanmıştır. Önceki iki albüme göre bayağı başarı sergilemişler sonraki albümler olan “Ashes Are Burning” ve başyapıtlarından birisi olan “Turn Of The Cards” ile büyük bir başarı yakalamışlardır. Bu albümlerin bu kadar ilgi görmesinde Annie Haslam’ın rolü çok büyüktü. Mesela “Turn Of The Cards”daki “Mother Russia” grubun ilk ciddi başarısı sayılmış ve bir senfonik başyapıt olarak lanse edilmişti. Bu albümler senfonik rock alanındaki en iyi örneklerden bir kaçıdır. 1975 yılı “Scheherazade and Other Stories” ise “Turn Of The Cards”ın ardından ikinci bombasıydı grubun ve sadece 4 çalışmayla bir tarihe adlarını yazdırmışlardı. Annie Haslam’ın meleksi vokalleriyle doruğa çıkan “Ocean Gypsy” ve yaklaşık 25 dakikalık bir senfonik epik çalışma olan “Song Of Scheherazade” grubu en yükseklere çıkarttı. Kullanılan korolar, flüt melodileri, piyano sololar ve arka arkaya gelen dehşetengiz şiirsel melodilerle senfonik bir ağıt yaratılmıştı. 78 albümü “A Song for All Seasons” grubun son başarılı çalışmasıydı ve 80’lere girilirken o dönemin soundundan nasibini alan topluluk arka arkaya vasat albümler çıkarmaya başladı ama bunların çoğu da önceki albümlerin kalitesinde olmasa bile dinlenebilirliği yüksek olan albümlerdi. Renaissance bugün de birçok yeni topluluğa müzikleriyle esin oluyor. Özellikle Annie Haslam’ın sesi bugünün bayan folk ve rock vokalistleri arasında en çok dikkat edileni konumundadır. Bu topluluk İngiliz progressive ve senfonik müziğinin ne kadar ciddi ve ne kadar da öncü olduğunun bir kanıtıdır.


 SPEKTAKEL

Almanların kategori dışı gruplarından Spektakel müzik hayatını 70’lerde sürdürmüş ve tek albüm yayımlamış olduğundan sadece progressive rock türünün meraklılarına hitap ediyor. Yaptıkları besteleri, oluşturdukları soundu gerçektende pek bir yere oturtamıyorsunuz. Sadece Heavy Rock deseniz karşınıza moog synthesizer ve hammond org çıkıyor. Öbür türlüsü desen müzik çok güçlü olarak kulaklara geliyor. Bu ikisinin ortasını çok iyi tutturmuş olan topluluğun müziklerinde Deep Purple ve Genesis’in ilk dönemlerinden etkilenme var ama en büyük ve derin etkiyi direkt olarak King Crimson’dan alıyor. Hard Rock’ın yanında hafif senfonik rock ve caz fusion taraflarına da uğramadan geçmiyorlar. Gitarist Heinz Fröhling’in tarzı King Crimson’dan Robert Fripp’i anımsatırken hammond org çalan Detlef Wiedecke ise Deep Purple’ın ilk dönemlerindeki klavye soundunda takılıp kalmış. Tek albümlük iyi gruplardan birisi bence. Spektakel’dan sonra Heinz Fröhling, Eduard Schicke ve Gerd Führs ile birlikte Schicke Fuhrs & Fröhling grubu kurar ve senfonik rock müzik yapmaya başlar.


 SPIROGYRA

İsimlerini pop caz grubu Spyro Gyra ile karıştırmadan bu İngiliz progressive folk grubuna şöyle bir geçiş yapalım. 70’leri esir alan müzikleri fazlasıyla Fairport Convention kokuyor, üzerine de canterbury soundu eklediğinizde karşınıza çıkan bir Spyrogyra müziği oluveriyordu. Yer yer piyano ve org melodileri ile harmanlanan yumuşak tondaki müziklerinin bayan vokalde yer alan Barbara Gaskin’in o sakin vokallerinin etkisiyle şiirsel bir yapıya dönüştüğü kesin. 71 yılındaki “St. Radigunds” ve 72 yılındaki “Old Boot Wine”  belirttiğim soundlarda yapılmış birbirinden kaliteli albümler. “Old Boot Wine”daki “Van Allen’s Belt” ve “Runaway”in güzelliğine dikkati çekmek isterim. 73 yılında yayımladıkları “Bells, Boots and Shambles” ile bir güzel albüm daha yaratan grup bu albümün ardından kayıplara karışır, hatta 2000’lerde bir yerlerde görüldüğü de bilinmektedir.


 STRAWBS

İngilizlerin Prog Folk arenasındaki büyük gruplarından birisi. Kendilerinin ismi Fairport Convention, Pentangle gibi devlerle anılmaktadır. Bir parantez daha açmam gerekirse, YES grubunun ünlü klavyecisi Rick Wakeman bir dönem bunlarla çalmıştır. Fairport Convention’da vokalist olan prog dünyasının melek sesli vokalisti rahmetli Sandy Danny bile bu toplulukta söylemiş ve onlara katkıda bulunmuştur. İngiliz Prog Rock’ı denilince kesinlikle üç isim akla geliyor. Pentangle olsun, Fairport Convention olsun, bunlara bir de Strawbs’ı eklediğinizde üçgen tamamlanıyor. Grubun patronu Dave Cousins bir folk duayeni ve sadece İngiliz değil diğer ülkelerin de geleneksel müziklerini iyi bilen müthiş bir müzisyen. Strawbs’ın ilk dönem albümlerine dikkat ettiğinizde bu çok sesli yapı kendini hemen belli eder. Yumuşak gitar melodileri, akustik pasajlar, bununla birlikte yine melodik sayılabilecek vokal tarzları bu grubun karakteristik özelliklerinden sayılabilir. 1969 yılı ilk albüm, “Dragonfly”, “Hero And Heroin” gibi her biri başyapıt sayılabilecek derecede bir diskografiye sahiptir bu topluluk. 80’li yıllarda çıkardıkları albümleri bile belli bir kalite barındırırken 2008 yılında çıkardıkları ve “Hero And Heroin” zamanlarına öykündükleri “The Broken Hearted Bride” ise gayet düzgün bir albümdür. Eğer progressive müzik dinleyip, İngiliz ekolünden hoşlanıyorsanız mutlaka dinlemeniz gereken topluluklardan birisidir. Son dönemlerde ise bu grupta Rick Wakeman’ın oğlu Oliver Wakeman’ı görüyoruz.






 SWEET SMOKE

Onlar tam olarak çiçek çocuklardı. Amerika çıkışlı (Bazı kaynaklarda İsviçre olarak da geçmektedir.) fakat 70’lerde Almanya’da komün olarak yaşayan gruplardan bir tanesidir. Bir hippi kültürüyle yetişen, acid rock, fusion caz ve psychedelic rock etkilerini üzerinde barındıran, basçılarının deyimiyle “John Coltrane, Cream, Grateful Dead ve Chicago sentezlerini yaptık” dedikleri yegâne topluluk. Sweet Smoke bazı dinleyiciler için önemlidir. Bunun sebebi de ortaya çıkardıkları 1970 yılı “Just A Poke” albümüdür ve gerisi de faso fisodur. Sweet Smoke demek “Just A Poke” demektir ve yukarıda sayılan isimlerin karışımı bu albümde o kadar incelikle ortaya çıkarılmıştır ki progressive rock tarihinin en iyi debut’larından da sayılır. Daha sonra “From Darkness to Light”ı çıkarmışlarsa da başarılı olamazlar ve konser albümünden sonra dağılır giderler. Komün olarak yaşadıkları hippi dönemi bu grubun altın yıllarıdır.


 THE COSMIC JOKERS

Manuel Göttsching (Ash Ra Tempel) ile Klaus Schulze’nin (Ash Ra Tempel, eski Tangerine Dream elemanı) oluşturduğu bir psychedelic space rock projesi. Çok fazla bahsetmeye gerek yok, bugün eğer elektronik müziğe, yapan tarafından ona bir derinlik ve deneysellik kazandırılıyorsa bunu Kraftwerk’e Ash Ra Tempel’a The Cosmic Jokers’a borçludur. Dünyanın en iyi müzisyenlerinden iki tanesi 70’li yıllarda bir proje kurmak için müzik yapıyorlar ve ortaya The Cosmic Jokers çıkıyor. Çok yenilikçi, aradan o kadar zaman geçmesine rağmen o seslerin nasıl harmanlandığının bir tarifinin olmadığı bir müzik icra etmişler. 74 yılı aynı adlı albümleri artık bir klasiktir ve daha sonra çıkardıkları her çalışma ise birbirinden nitelikli eserler barındırıyor. “Galactic Supermarket” ve “Sci-Fi Party” gibi üst düzey çalışmalar bu grubun karakteristik özelliğini yansıtırken The Cosmic Jokers da dinleyenleri uçurmaya devam ediyor.


 THE PENTANGLE

Progressive Rock’ta bayan vokalistlerin olduğu topluluklar daha bir başka seviliyor. Fairport Convention, Renaissance gibi grupların yanında The Pentangle’da öyle derinlemesine sevilen isimlerden birisi. İngiliz progressive folk müziğinde bir kilometre taşı sayılan bu grubu da tanıtmamak olmazdı aksine büyük bir eksiklik olurdu. Sıradan folk şarkıları söylemiyorlar, cazla ve akustik blues ile beslenen sizi bambaşka dünyaya götüren şarkılar onların alanına giriyor. 1960’ların sonundan itibaren müziğe başlayan bu grubun bayan vokalisti Jacqui McShee ne Sandy Denny kadar kült olabilmiş ne de Annie Haslam gibi tanınabilmiştir ama yıllarca bu grubun şarkılarını o derinlik ifade eden sesi ve inanılmaz gırtlak nağmeleriyle yorumlamıştır. Bu tarz topluluklarda vokalistler hep ön plana çıkar ama bu grubun farklı bir özelliği çok nadide bir değeri vardır o da Bert Jansch’dır. İngiliz folk müziğinin en duayen gitaristlerinden biri olan Bert Jansch yeni kuşak tarafından pek tanınmakta fakat eski kuşak dinleyiciler kendisinin ne kadar da usta bir müzisyen olduğunu bilir. The Pentangle’ı yıllarca o yola sokmuş John Renbourn ile birlikte yıllarca arka arkaya başarılı albümler üretmiştir. Albüm albüm açıklamaya gerek yok. Aslında bütün albümleri belli bir kalitenin üzerinde ama yine de 68 yılında çıkan iki albümü, 69 yılı “Basket Of Light”, 70 yılı “Cruel Sister” ve 80’lerden “Open The Door” adlı çalışmaların aklınızda bulunması elzemdir. Bert Jansch’ın ise birçok vokalistle gerçekleştirdiği çalışmaları da mevcut. Kendisinin müziğini takip ederseniz folk müzikte ne kadar değerli bir isim olduğunu şarkılarıyla birlikte öğreneceksiniz. Bert Jansch 5 Ekim 2011’de kanser yüzünden hayatını kaybeder.


 THE SOFT MACHINE

Adını Beat yazarlarının en önemlilerinden sayılan William S. Burroughs’un 1961 yılı aynı adlı kitabından alan The Soft Machine devamlı yer altında kalmayı amaç edinmiş, kendisini pek ön plana almayı seçmeyen müzisyenlerden oluşan ultra-sıra dışı bir Canterbury Sound grubudur. 1960’ların sonlarında davulcu Robert Wyatt (artık yaşlı bir sakallı amcadır kendisi) Daevid Allen, Mike Ratledge ve Kevin Ayers öncülüğünde kurulmuşlardır fakat kurulduktan sonra Daevid Allen grubu bırakır ve Gong’un temellerini atar. Aynen Gong grubunda olduğu gibi bu topluluğunda müziğini anlatamaz kategorize edemezsiniz ama birçok yerde grubun tarzı Canterbury olarak geçer. Bu grubun yaptığı müziğe sadece tek bir isim koymak onların müziğini sınırlandırmaktır. Canterbury Sound’da her ne kadar içerisinde farklı türlerdeki müziği harmanlayan bir progressive rock tarzı olsa da The Soft Machine için yetersiz bir tanım olmaktadır. Caz etkili yoğun pasajlarla beraber psychedelic etkiler grubun iskelet müzik yapısını oluşturur. İlk dönem albümlerinde Pink Floyd’un başlangıç yıllarında sergilediği o psychedelic tınılardan etkilenen grup 70 yılı “Third” albümüyle birlikte daha caz ve fusion etkili çalışmalara yönelmiş müziğiyle dinleyicileri uçurmuştur. “Volume Two”, “Third”, “Fourth”, “Fifth” ve gitarlarda Allan Holdworth’un yer aldığı “Bundles” grubun iyi albümlerinden bir kaçıdır. The Soft Machine’de progressive rock’ın köşe taşı gruplarından birisi olup dinlenmediğinde bir şeyler hep eksik kalacaktır.


 TEMPEST

İngiltere çıkışlı klasik rock gibi duyulan müziklerinin içerisinde caz öğelerine rastlayabileceğiniz progressive etkili bir rock grubudur. Bu grupta bas çalıp vokal yapan Mark Clark, Uriah Heep ve İngiliz caz rock grubu olan Colloseum ile çalışmıştır. Gitaristleri Ollie Halsall ise bu grubun dinleyicilerince gitar çalış tarzı ve melodilerindeki karmaşıklık nedeniyle Allan Holdsworth’e benzetilmektedir. Free grubunu aklınıza getirin, bunun içerisine az miktarda hard rock ve yoğunlukla caz öğelerini yerleştirdiğinizde karşınıza Tempest çıkar. Sadece iki albüm yapıp tarihin tozlu sayfalarına gömülmüşlerdir. 73 tarihli aynı adlı albüm ve sonraki çalışmaları olan “Living In Fear” iki başarılı albümdür fakat pek öyle tutulmamışlar ve müziğe devam etmeyerek grubu sonsuzluğa yollamışlardır. Aynı isimde birde Prog folk grubu mevcuttur. Onlarda Norveçli vokalist Lief Sorbye öncülüğünde 90’ların başından beri başarılı albümler çıkarmakta ve Karfluki folk festivallerinin baş grubu olmayı sürdürmektedirler.


 TRACE

Van der Linden ailesinden kim varsa heykeli yapılmalıdır bana kalırsa. Keith Emerson ve Brain Auger’den sonra en çok sevdiğim klavye müzisyenidir Rick van der Linden. Grubu Ekseption’da yaptıkları zaten ortadadır, klasik müzik melodilerini ne güzel de tuşlara döker. Diğer grubu Trace’te de kendisini dinliyor ve bütün dikkatimizi onun melodilerine çeviriyoruz. Grup elemanlarının Ekseption’dan gelmesine rağmen Hollandalı Trace’in müzikal çizgisi daha farklı detaylar içeriyor. Tamamıyla senfonik, klasik ve barok dönem eserlerinin etkisinde kalan bir çizgi yakalanmış ve enstrümanlarda da bu yapıyı takip etmişler. Davulda yer alan Pierre van der Linden yumuşak tuşesiyle caz dokunuşları sergilerken  Rick van der Linden ise bir klasik müzik müzisyeni ciddiyetinde yorumluyor besteleri. Topluluğun aynı adlı ilk albümü grubu takip edenlerce oldukça beğenilmiş aynı yapıyı ikinci çalışmaları olan 75 yılı “Birds” albümünde de göstermişler. “Birds”de sadece klasik müzik etkisine yer vermemişler “Penny” gibi bestelerde caz müziğine de bir bakış fırlatmışlardır. Eğer klavye, hammond org seviyorsanız böylesine kaliteli bir topluluğu dinlemekten kendinizi mahrum etmemelisiniz.


 TRITONUS

Almanların Emerson Lake & Palmer ve The Moody Blues grupları etkisinde kalan soundları ile o dönemde pek tutunamamış ve iki albüm yapıp ortalıklardan yok olmuşlar. Grubu sırtlayan Peter K. Seiler bir hammond org, mellotron ve kilise orgu dâhisi ve Tritonus albümlerinde Keith Emerson’a benzer tonlar yakalamakta da ustalaşmış bir isim. Zaman zaman senfonikleşen müzikleri kilise orgunun araya girmesiyle beraber değişik yerlere doğru sürükleniyor. 75 yılı aynı adlı ilk albümüyle çok iyi bir müzik üretemeyen Tritonus bir sonraki kaydı “Between The Universe” ile her şeyi düzeltiyor ve gayet başarılı bir albüm ortaya çıkarıyorlar. Albümden “Sunday Waltz” bir parça folk etkileri taşırken, “Lady Madonna” ve “Far In The Sky”da Peter K. Seiler hammond’ı ile kontrolü ele alıyor. Çok fazla usta olmasalarda sadece hammond org hastalarına dahi reçete olarak verilebilir.


 TRIUMVIRAT

 ELP (Emerson Lake & Palmer) Senfonik Rock’ın oluşumunda marka olmuş gruplardan birisidir. “Tarkus” olsun “Brain Salad Surgery” olsun 70’li yıllara imzasını atmış ve geriden gelen topluluklara örnek olan majör gruplardan bir tanesi sayılır. Triumvirat ise Almanya’nın Senfonik Rock alanında isim yapmış ve ELP’i her zaman takip etmiş ve onların yaptıklarını uygulayan bir yapı sergilemiştir. Jürgen Fritz’in gruptaki pozisyonu en üst düzeydedir ve synthesizer, org ve piyano genellikle ondan sorulur. Keith Emerson’ı (ELP) hatırlatan o tavrı sayesinde Triumvirat bir ELP takipçisi grup olarak anılmıştır. “Mediterranean Tales”, “Illusions On A Double Dimple”, “Spartacus” ve “Old Loves Die Hard”(bu albümde dedikodulara göre Barry Palmer Mike Oldfield’la da çalışmıştır) gibi albümlerle progressive rock dünyasına koskoca bir başarı sıkıştırmışlardır. Öncelikle “Illusions On A Double Dimple”daki epik yaklaşımları takdir etmemek mümkün değildir ve Alman ekolü denilince Triumvirat adı en başlarda yer alır.


 WALLENSTEIN

        Wallenstein, The Cosmic Jokers klavyecisi Jürgen Dollase'nin de aralarında bulunduğu, müzikleriyle resim çizen, insanın ruhuna derinlik aşılayan eşi ve benzeri olmayan bir Alman knrautrock grubudur. İlk dönem albümlerine dikkat edildiğinde Jefferson Airplane'in deneysel hallerinin bir yansımasını görürüz fakat bu 1973 tarihli "Cosmic Century" albümüne kadar devam eder. Bu döneme kadar gitarlarda yaratılan efektler ve sololar bir anlamda space müziğin de tanımını yaptırmaktadır. 1975 tarihli "Stories, Songs & Symphonies"le senfonik rock kulvarlarına geçen topluluk 70'lerin sonuna doğru pek kayda değer birşey yapamaz. "Stories, Songs & Symphonies" grubun en dikkat çekici albümü olsa da bu topluluğu tanımak için yeterli gelmeyebilir. Mutlak suretle ilk üç albüm hatmedilmeli ve öyle devam edilmelidir. "No More Love" ve "Charline" gibi 70'lerin sonuna denk düşen eserleri içinse, eski kalitesinden çok çok uzakta, tabiri kullanılabilmektedir. 80'lerde ise vasat işlerle karşımıza çıkan bu grup zaman içerisinde kaybolur ve ardında çok önemli 4 albüm bırakır. Çok önemli bir bilgi de bu grupta çalmış Harald Großkopf’un Klaus Schulze’nin davulcusu olduğudur.


 YATHA SIDRA

Almanya’nın krautrock serüvenindeki tek albüm tek tabanca gruplarından. Öyle çok karmaşık müzikleri yoktur, ne Ash Ra Tempel ne de Popol Vuh kadar komplekstir, sadece new age ve folk müziğe benzeyen o yumuşak tonlarla bezeli, flütlerin, vurmalı çalgıların yer aldığı, psychedelic gitarların yer yer ambiyans olarak kullanıldığı bir müzik icra eder Yatha Sidra. 74 yılı “A Meditation Mess” ise bu bağlamda söylediklerimize çok iyi örnek teşkil ediyor. “Part 1” ve “Part 3” çalışmalarının da bu albümün en başarılı bölümleri olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Sadece tek albümle böylesine akılda kalıcı, bazen yükseleasne n müziğine karşın hoş anlar yaratabilen bir grup oldukları için de birçok dinleyici tarafından da beğenildiğini, sohbet ortamlarında adının geçtiğini düşünüyorum. Eğer krautrock’a bir yerinden bulaşmışsanız bu çok farklı topluluğu da beğenecek ve yıllarca dinleyebileceksiniz.


 YEZDA URFA

İran şehri “yezd” ile bizim “urfa” kentinin isminin birleşiminden oluşan ilginç bir Amerikalı topluluk. Amerika progressive müzik konusunda arada kalmış ülkelerden birisidir. Öyle çok çok kült grupları falan yoktur ama Happy The Man, Djam Karet gibi değerleri vardır. Bir de parantez açmam gerekirse son dönem Amerikan grupları da öyle yabana atılır cinsten değildir. Bundan da ileride bahsedeceğiz. Yezda Urfa ise müzikal olarak etkilerini direkt olarak YES’dan alan bir yapıya sahiptir. Böyle yazınca senfonik bir grup olarak görülebilir ama derinlerde yatan bir Gentle Giant etkileri vardır ki bu her şeyi altüst eder. Bu sebeple grup o tarz senin bu tarz benim dolaşır durur. Enstrüman kabiliyetleri çok yüksektir. 75 yılında “Boris” adlı mükemmel bir albüm müzik dünyasına bırakarak ortalıklardan kaybolurlar. Seneler sonra 89 yılında “Secret Baboon” isminde yine güzel bir işe imza atıp tekrar kaybolurlar. Progressive rock’ın değer görmemiş iyi gruplarından birisidir .


 XHOL CARAVAN

Almanya’nın belki de tanınmamışlık anlamında en şanssız gruplarındandır. Progressive’i tam anlamıyla yaşatırlar, son derece ilerici, müzikal olarak ise arayış içerisinde olan ayrıksı topluluklardan da birisidir. Xhol olarakta tanınırlar. Müzik stili olarak karmaşık caz partisyonlarının psychedelic şekilde harmanlanışı bu grubun karakteristik özelliklerinden sayılmalıdır. Bazı müzik yayınlarında krautrock olarakta geçen tarzları aslında çok daha geniş ve açılımlıdır. İlk albümünün çıkışı 1967’lere kadar gider, eğer caz ile ilgileniyorsanız seviyorsanız bu değeri bilinmemiş topluluğun müziğini iyice tanımak gerekir diye düşünmekteyim. Beste içerisindeki efektli gitarlar, aniden giren davul sololar, tribal klavyeler hepsi bu ilginç grubun müziğinde saklı. 67 yılındak, “Get In High”, 69’daki “Electrip” ve 70 yılında çıkan “Hau-RUK” grubun baş döndürücü albümlerinden bazıları. Birde konser albümlerinden bahsetmek lazım gelir ki 69 yılında verdikleri “Altena” adındaki bu kayıtta “Ie’” ve albümün hemen sonunda yer alan yaklaşık elli yedi dakikalık muhteşem “Freedom Opera” nefis müzikal gösterilere gebedir. Xhol Caravan uzun olmayan kariyerine dolu dolu albümler sığdırmış ama pek kimse tarafından bilinmeyen topluluklardan yalnızca birisi. “Müzik o yıllarda yapılmıştır” savını çok iyi açıklıyorlar.


 2066 AND THEN

Almanların pek bilinmeyen gruplarından birisi olan 2066 & Then heavy progressive tarzıyla ELP, Deep Purple ve Jethro Tull melodilerine adeta merhaba dedirtiyor. Klavye ağırlıklı müzikleri (grubun iki klavyecisi mevcut) ve Faces vokalisti Rod Stewart’ı anımsatan vokal tarzıyla İngiliz Geff Harrison -ayrıca Kin Ping Meh’de de söylemiştir- vokaliyle grubu tek başına sırtlamış gibi gözüküyor. Flüt ve klavyelerin birlikteliği hoş anların yaratılmasına sebep oluyor fakat albümde öylesine bir klavye baskısı var ki insan şaşırmadan edemiyor. Alman olduklarını bilmesem grubun müziğine bakıp bu topluluk İngiliz de diyebilirim. 72 yılı ilk albümü “Reflections of the Future”ı progressive müziğin hard rock ile buluşmasını sevenlere rahatlıkla tavsiye edebilirim. Albümle aynı adı taşıyan 16 dakikalık beste ise bir müzisyenlik gösterisi gibi oracıkta duruyor.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder