GRYPHON
Progressive folk denilince akla hemen İngiltere gelmelidir. Pentangle, Renaissance gibi kült grupların yanında adı sanı pek onlar kadar duyulmamış Lindisfarne
ile Gryphon’un ismini mutlaka zikretmeliyiz. Bert Jansch’ın müthiş
derecede etkisinde kalan bu tarz, İngiliz folk müziği, kelt melodileri
ve nadiren de olsa senfonik yapıyı beraberinde taşır. Gryphon’un müziği
de aynen böyledir, bir ucunda akustik gitarların gerisinde kalan derin
senfonik öğeler, bir ucunda Gentle Giant gibi üst bir topluluğu
andırıyor. Belirtmemiz gereken diğer bir önemli nokta da Gentle Giant’ın yanında Jethro Tull etkilerinin bulunmasıdır ki bu da grubun bestelerindeki enstrümantal pasajlarda oldukça belli oluyor. 1974 yılı “Midnight Mushrooms” ile sonraki albüm “Red Queen to Gryphon Tree”
bu topluluğun en iyi çalışmaları olarak gözüküyor fakat grubun müzik
yaptığı sıralarda pek tutulmaması ve hep geri planda kalışı da bir
açıdan üzücü. 1970’lerin sonuna doğru grup dağılmış ve kendilerinden bir
daha da haber alınamamıştır. Aynı şekilde onlarla aynı kaderi paylaşan
Lindisfarne ise 2000’lerin ortalarına kadar müziğe devam etmiş hatta
birçok konser de vermişlerdir.
GONG
Canterbury progressive rock’ın köşe
taşlarından birisi olan efsane topluluktur. Bir Pink Floyd bir Van der
Graaf Generator ya da King Crimson hakkında yazı yazmak onların
müziğinden bahsetmek ne kadar zorsa Gong içinde aynı durum geçerlidir.
Çok uluslu bir grup olan Gong genelde Avustralya, İngiltere ve Fransalı
müzisyenlerden oluşmuştur. Müziklerini açıklamak her ne kadar zor olsa
da klasik Canterbury Soundunun daha gelişmiş daha özgür hali de
diyebiliriz. Daha fazla deneysel caz, daha fazla psychedelic öğeler,
space rock’a kaçan o elektronik tınılar, kozmik müziğe de bulaşabilen o
sıra dışı melodiler Gong’un müziğinin iskeletini oluşturuyor. Aslında bu
kelimeler bile onların müziğini anlatmakta yetersiz kalıyor, çünkü
onları anlayabilmek için dinlemek bile yetmeyebiliyor, bazen bir
albümünü tam detaylı olarak çözmek için bile aylar harcayabiliyorsunuz.
Fazlasıyla katman melodiler içeren müzikleri, zor dinlenebilen yapısı
sebebiyle içine zor girebileceğiniz bir müzik vaat ediyor size Gong.
Avustralyalı gitarist Daevid Allen (The Soft Machine’in kurucuları arasındadır.) öncülüğünde kurulan grupta usta müzisyen Steve Hillage’de
(“Radio Gnome Invisible” üçlemesinde gruba girmiş ve topluluğun
müziğini tavana çıkarmıştır.) grubun bazı albümlerinde bulunmuştur. Şu
albüm iyi bu vasat şeklinde tarif edemeyeceğimiz bu grubun sadece “Camembert Electrique” ve 73 – 74 yıllarında çıkan “Radio Gnome Invisible”
(bir uzay hikâyesi anlatırlar) adlı üçleme albümleri şimdilik aklınızda
bulunsun. Ama burada bu topluluk için bir parantez açılmalıdır ki bu da
Gong müziğinin dönem dönem farklılık taşımasıdır. Özellikle Daevid
Allen’ın “Radio Gnome Invisible” serisini tamamlamasından sonra ayrılışı
grubu çok etkilemiş müzikal anlamda farklılık yaratmıştır. Grup
progressive rock dünyasında en çok Magma ve Frank Zappa benzerliği ile öne çıkmıştır. Eğer progressive rock ile bir şekilde haşır neşir oluyorsanız dinlemenizin gerekli olduğu en önemli topluluklardan birisidir Gong. Bilmezseniz olmaz.
GURU GURU
Almanya'nın bu tarz müzikteki olayları biraz
farklı, daha derinlere dayanıyor ve bu bağlamda her şeyi İngiltere'de
varolan progressive gruplardan da farklı yaşamışlardır. 1960'ların
sonunda yeşermeye başlamış birçok müzik topluluğunu etkilemiş o dönemin
öğrenci hareketlerini de kapsayan politik karmaşa sonucunda birçok müzik
grubu komünal olarak
yaşamayı seçiyordu. Bu karmaşa üzerine birçok topluluk da o dönemde
kurulmuştur. Guru Guru'da buna çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Amon Düül - II ve Can gibi deneysel rock gruplarının ötesinde bu topluluğun LSD etkisi ile acid rock
sularına dalması, bununla da yetinmeyip özgürce yorumlanan çok farklı
caz öğelerini buluşu da Guru Guru'yu çok farklı algılamamıza neden
oluyor. İsmiyle ayrıksılık, duruşu ile farklılık yaratabilen ender
gruplardan birisidir. Bu grup fazla klavye kullanmaz, sadece özel efekt
yaratır. 70 yılı albümü "UFO" ve sonrasında gelen "Hinten" ve grubun en
ünlü çalışması sayılan "Känguru" da yer alan "Oxymoron", Immer Lustig" gibi çalışmalar da bu grubun ne kadar da yetkin-sıra dışı bir müzik yaptığının altını çiziyor.
HARMONIUM
Kanada Quebec çıkışlı enfes bir senfonik rock
grubu. 1970’lerin ilk yıllarında başlayan müzik yaşamlarına Harmonium
adı altında sadece üç albüm sığdıran grup birbirinden güzel bu
çalışmalarla senfonik rock’ın en iyilerinden olamasa bile kaliteli işler
yapan bir grup olduklarını hissettiriyor. Müziklerindeki yoğun olmayan
senfonik dokusunun üstüne folk ve caz formları ekleyip birbirinden
farklı enstrümanlarla birçok sesli müzik yaratmayı amaçlamışlar. Peki,
bu başarılı olmuş mu? Evet, kesinlikle bu kimya tutmuş ve deyim
yerindeyse müzik yağ gibi gidiyor. 1974’de aynı adla çıkan albümlerinde
yoğun bir folk etkisi
mevcut. Başarılı sayılabilecek besteler sonucunda albümü defalarca
bıkmadan dinleyebiliyorsunuz. İkinci albüm ise ilkinden daha da başarılı
gözüküyor. “Si On Avait Besoin D'Une Cinquième Saison” adındaki
bu çalışmada biraz önce bahsettiğim çok sesli bir müzikle karşı karşıya
kalıyorsunuz. Senfonik melodilerden sonra hemen caz melodileri giriyor
ve hemen ardından bir folk şarkı ile sizi şaşırtabiliyorlar. Şarkıların
dili ise Fransızca ve bu müziğe öylesine güzel gitmiş ki, müziğin
romantikleşen taraflarında özellikle atmosfere tam anlamıyla oturmuş.
Üçüncü albüm “L’Heptade” ile önceki albüme benzer bir yapıyı
kullanan topluluk bu çalışmadan sonra ortalıklardan kayboldu. Kanada’nın
bu kaliteli grubu müziğe devam etmemiş ama birbirinden güzel üç albüm
bırakmış müzik dünyasına.
IBLISS
Müziklerinde etnik tatlar barındıran çok farklı bir Alman grubudur Ibliss. Embryo’nun kullandığı etnik melodilerin üzerine Kraftwerk gibi bir grubun deneysel yanlarını alın üzerine de grupta yer alan Basil Hammoudi’nin
(Kraftwerk’te de yer almıştır.) dahiyane perküsyon vuruşlarını ekleyin
işte size Ibliss müziği hazır. Perküsyon ve üflemeli ağırlıklı bir müzik
sergileyen bu topluluk zaman zaman Latin caz
melodilerine de geçiş yapıyor ve olayı saksafonla noktalıyorlar.
Gitarların olaya dâhil edilmesiyle beraber bu sözünü ettiğim müzikal
yapı özellikleri tek bir çıkış yolunda birleşiyor o da fusion caz rock.
Müzik bazen sadece etnik tonlarda giderken diğer tarafta yavaştan
gitarların eklenişi işi farklı bir boyuta sokuyor. Grup bu tavrıyla bazı
kaynaklarda krautrock olarak geçmektedir ama bu müziğe böyle bir
sınırlandırma getirilmesi ne kadar doğru orası tartışılır. Yine Basil
Hammoudi’nin vokal performanslarıyla süslenen şarkılarıyla bu grup
sadece tek albüm yapıp dağılmıştır. “Supernova” adıyla 72 yılında kaydedilen bu albüm deneysel müziğin farklı taraflarını yansıtmaktaki başarısını ustaca üzerinde taşıyor.
IHRE KINDER
Protest bir kimliğe sahip olup müzik
yapmak 60’ların sonu ve 70’ler Almanya’sında pek revaçtaydı. Haklı
olarak yaşadıkları ve üzerinden geçtikleri sosyal problemler ile
boğuşuyorlardı. Bunları açıklamak ise kendilerine ve müziğe düşüyor
ancak bu yolla kendilerini anlatabiliyorlardı. Ihre Kinder elemanları
ise bu yaşanılan problemler arasında en duyarlı kişiliklere sahip olan
müzisyenlerdi. Almanca olan şarkıları farklı bir folk kimliğinden besleniyordu. 60’ların sonunda Bob Dylan’ın ilk dönemleri sırasında bir protest folk
dönemi yaşanmış ve grup bundan oldukça etkilenmişti. Folk yanında caz
ve elektronik öğeleri de müziklerinde kullandılar ve ortaya çok özgün bir krautrock soundu çıktı. 69 yılındaki kendileriyle aynı adı taşıyan ilk albümle başlayan kariyerleri 70 yılındaki “Leere Hände” devam etti. Bu albümde bazı şarkılar ingilizcedir. Kapağında bir kot kumaşının resmini kullandıkları “2375 004” albümü ise grubun en eleştirel albümü sayılmaktadır. Sonrasında ise folk etkilerinin fazlaca kullanıldığı “Werdohl”
albümüyle yine olumlu eleştiriler almıştır. Özellikle piyano, flüt ve
akustik gitarın tınıları muhteşem kullanılmıştır ve bunlar çalarken en
gerilerden bir org eşlik eder ki o kusursuz sound ile birlikte çok büyük
hazlar yaşatabilir. 70’lerin başlarında ise grup ortalıktan kaybolur.
IT’S A BEAUTIFUL DAY
It’s A Beautiful Day, Grateful Dead’in(saygı!) ortaya çıktığı San Francisco şehrinin gözbebeklerinden birisiydi. Bu sebeple Rock, caz ve folk gibi türlerin psychedelic
yapıyla buluşması kaçınılmazdı. Ne tam anlamıyla progressive bir grup
olabildiler ne de şeytanın bacağını kırabildiler ve belki de en şanssız
gruplardan biri oldular. Şanssızlığının sebebi ise ilk albümünün
yayımlanmasından sonra Deep Purple’ın “Child In Time”
şarkısında It’s a Beautiful Day’in “Bombay Calling” şarkısından bariz
bir şekilde alıntı yapmaları ve bunu da tamamiyle kendi besteleriymiş
gibi göstermeleriydi. Deep Purple bu konuda hiçbir şey söylemedi ve bu
olay öylece kaldı. Yıllar sonra “In Rock”ın özel basımı çıktığında bile
maalesef bu konuda bir cevap verilmemişti. Deep Purple sadece
“esinlendik” gibi bir açıklama yapmıştı ama bu yeterli miydi sizce?
Viyolinist David LaFlamme’nin kurduğu bu topluluğun 1960 sonları ve
1970’lerde ürettiği her albüm çok iyidir. 1973 yılında kayıplara karışan
bu grup 2003 yılında David LaFlamme Band adı altında grubun eski
şarkılarını bir daha yorumlamıştır ama ne yazık ki belli bir kaliteden
yoksundur.
JANE
Almanya denilince orada ortaya çıkmış birçok grubu çoğu zaman Eloy ile ilişkilendirebiliyoruz. Jane
ise bazı majör Alman gruplara nazaran ismi biraz daha duyulan rock
müzik tarihinde ismi çokça geçen gruplardan birisi ama basitçe sıralama
yapıldığında unutulduğu da oluyor. Müziklerinde yer yer krautrock etkisiyle birlikte hard rock’ı
anımsatan öğeleri de kullanırlar. Baskın bir bas soundu, sürükleyici
klavye partisyonları, dinamik davul vuruşları güçlü Jane müziğinin
karakteristik yapısını oluşturur. Bu özellikleri ile en çok Eloy’a
benzerler. Pink Floyd’dan ise bestelerde yer alan bütünlük hissini
alırlar. Bu sebeple progressive rock tarihinde eşi ve benzeri olmayan
bir sentez yaratmışlardır. Jane denilince akla hemen “Together” ve “Here We Are”
gibi albümler gelmektedir. Senfonik yapıyı kucaklayan “Lady” albümü ve
1974 yılı “III” albümüyle de aynı başarısını sürdüren grup Wolfgang
Krantz ve Klaus Hess’in emsalsiz gitar tınılarıyla birlikte klasik
soundunu yaratır. “Fire,Water, Earth and Air”(çok önemli bir konsept
albümdür ve hayatın 4 evresini anlatır.), “Age Of Madness”, “Sign No.9”
gibi albümlerle de 1970’li yılları kazasız belasız atlatırlar. 76 yılı
konser albümünün ise ayrıca irdelenmesi gerekir. Çünkü olağanüstü bir
performans sergilemişlerdir. 77 yılı “Between Heaven and Hell” albümün
girişi ise Pink Floyd soundunu oldukça andırmaktadır. 80’li yıllar her
ne hikmetse her grup için baş belası olur, aynı durum Jane’in de başına
gelir ve başarısız albümler birbiri ardına sıralanır. 2000’li yıllarda
biraz daha toparlanır gözükseler de eski albümlerin yanına bile
yaklaşamazlar.
KAPUTTER HAMSTER
Almanya krautrock konusunda birinciliği kimseye kaptırmaz, çünkü o topraklarda doğmuş ve gelişmiştir.
Bu sebeple türün en büyük gruplarından farklı olarak kurulmuş onlardan
etki almış ve zaman içerisinde tek albüm çıkardıktan sonra dağılıp
gitmiş isimler de oldukça fazladır. Kaputter Hamster’in de böyle bir
özelliği var. 74 yılında kendi adıyla çıkardıkları ilk ve tek albümde Pink Floyd’un ilk dönem sounduna yaklaşan, Guru Guru
ve dönemin diğer ayrıksı topluluklarından etkileşim alan bir isimdir
Kaputter Hamster. Çok fazla karanlık ve uçuk müzikler sergilemezler
hatta tür içerisinde “yumuşak”
tarza sahip olan birkaç gruptan da birisidir. Grubun üç gitaristi
mevcut ama bu, çok karmaşık bir müzik yaratmaktan ziyade fon müziği diye
tabir edilen o yapıyı hissettirmekten başka bir işe yaramıyor. Gitar
melodilerini birbirinden farklı olarak çok rahatlıkla duyabiliyorsunuz.
Klavye veya diğer tuşlu çalgılar olmadığı için sound biraz da kuru
hissediliyor ve bestelerde duyulan boşluk hissini de çok rahat
hissedebiliyorsunuz. Bu grubun orijinal cd’sine ulaşmak artık çok zor,
zamanında sınırlı kopya ile dağıtılan bu grubun tek albümüne
ulaşabilirseniz yaptığınız arşiv değerli bir isim de kazanabilir.
KARTHAGO
Berlin-Almanya çıkışlı Karthago, o dönemin krautrock ve space rock furyasından sıyrılarak kendisine çok pozitif bir müzik seçmişti. Rock tarihinin en iyi vokalistlerinden birisi sayılan Joey Albrecht’in
(grubun ayrıca gitaristidir) kendine özgü gırtlak nağmeleriyle
sergilediği Karthago şarkıları bir parça blues, bir parça Latin rock ve
funk etkileşimi taşımaktaydı. Almanya’da o dönem çok başarılı konserler
verdiler ve bir sürü derginin kapaklarını süsleyerek adlarından söz
ettirdiler. Kraan’da yer alan klavyeci Ingo Bischof’unda kadrosunda
bulunduğu Karthago ilk iki albümüyle bariz bir şekilde başarılı oldu. 74
yılı albümü “Rock and Roll Testament” ise bu başarılarının
geçici olmadığını kanıtlıyordu. Şiirsel soul tarzı vokallerin bulunduğu
bu albüm kendilerini başarıya ulaştıran son albüm de sayılmaktaydı. Grup
o dönemlerde iki konser albümü daha çıkararak kayıplara karıştı ama son
birkaç yılın haberlerine göz gezdirdiğimizde grubun tekrar
toparlandığını hatta konserlere çıktığını görüyoruz.
KHAN
İngiltere’den çıkmış bir Canterbury Rock grubu. National Health ve Gong
etkilerini üzerinde taşıyan bu topluluk doğal olarak Canterbury soundun
içerisinde yer alan caz öğelerini deneysel bir şekilde kullanıyor.
Khan’ın yalnız çok önemli bir özelliği var ki o da Gong’da yer alan Steve Hillage gibi usta bir müzisyeni barındırması. Bunun yanında Dave Stewart
gibi bir klavye ustasını bünyesinde bulundurması da artı bir nokta
olmuş. Steve Hillage’in melodik gitarlarının üzerine o tatlı hammond
tonlarının birleştirilmesi nefis bir sound ortaya çıkarmış. Zaten grubun
da tek albümü mevcuttur. 72 yılı “Space Shanty” albümünde o kadar güzel
anlar yakalanmış ki, mesela “Driving To Amsterdam”i ele alalım. Ritmik
kompleks davullar üzerine gerçekleştirilen deneysel gitar melodileri ve o
hafif org melodileri sonucunda aniden değişen caz yapısı müthiş. Steve Hillage’in patron kesildiği bir albüm bu ve kesinlikle dinlenmeli.
KIN PING MEH
Birth Control’un gölgesinde kalmış Alman bir rock topluluğudur. Deep Purple’ın ilk dönemleri ve Uriah Heep’in
başlangıç yıllarını anımsatan müziğiyle Kin Ping Meh başarıyı pek
görememiş hep arada kalmış müziğiyle ilgi görememiştir. Progressive
rock’a göre oldukça sert kaçan blues yapılı besteleri sayesinde
ilk albümü başarılı sayılmış acılı blues çığlıkları yanında hammond
org’un tarif edilemez güzellikteki o tonları da grubun müziğiyle iyi
örtüşmüştür. “No.2” ve “Kin Ping Meh 3”de ilk albümün
arkasından gelen iyi eserlerden ikisidir. Pek fazla özellik
barındırmamıştır ama dönemin o sarhoş edici soundunu yakalamak ve
dinlemek için çok iyi bir alternatif sayılabilir, çünkü bu grubun soundu
bir muhteşem!
KLAUS SCHULZE
Bir üstat! Elektronik trance
müziğin bugünlere gelmesine çok büyük bir payı olan yüce şahsiyetli bir
o kadar da alçakgönüllü dahi bir müzisyen. Grup olarak Tangerine Dream
ile başlayan kariyeri Ash Ra Tempel ve The Cosmic Jokers
ile tamamlanmıştır fakat 1970’lerden beri süregelen solo kariyeri
sayesinde olağanüstü derecede kaliteli albümler yapmış üstün bir
müzisyendir. Tangerine Dream’in artık klasikleşmiş ilk albümü “Electronic Meditation”da davul ve perküsyon çalmıştır ama kendisinin asıl alanı moog synthesizer’dır.
Arkadaşı olan diğer müzik dehası Edgar Froese ile yıllarca elektronik
müziğin gelişimine katkıda bulunmuş, devamlı yeni seslerle ilgilenmiş ve
konsept yapıda çalışmalarda bulunmuştur. Bu etki sadece elektronik
müzik için sınırlı kalmamış, new age müziğine de etkisi büyük olmuştur.
Zaman içerisinde kendisini yeni akımlara dahil etmiş caz yanında trance
müzikle de haşır neşir olmuştur. Solo albümlerine bakıldığında 72 yılı “Irrlicht”, 73 yılı “Cyborg” ve 76 yılı “Moondawn”
albümleri kendisinin üst noktaları sayılmakla birlikte bu albümlerde
oluşturduğu kavramsal anlamlarla da hemen hemen aynı tarzlarda müzik yapan Pete Namlook gibi müzikle düşündürmektedir. Kendisi
son zamanlarda Dead Can Dance’in Lisa Gerrard’ıyla birlikte solo albüm
yapmış ve konserler vermektedir. Kendisi Kitaro’yu da çok etkilemiştir fakat onun kadar tanınmamaktadır. 2013 yılında ise Shadowlands
adında yeni uzunçalarını hazırlayan bu usta dinlemek istiyorsanız,
elektronik müzik bir şekilde ilginizi çekiyorsa gideceğiniz ilk
adreslerden birisi kendisi olmalıdır.
KRAAN
Almanya'da şöyle krautrock gruplarından
sıyrılıp funky ritimli caz rock sularına doğru yelken alıyoruz. Kraan
derseniz bazı dinleyiciler asker selamı bile verebilirler, o derece
dinleyicileriyle güçlü bir bağı olan topluluktur. Etnik tatları
psychedelic anlayışla önümüze süren bu kaliteli topluluğun 1970'lerde
oluşturduğu her albüm önem taşır. Öncelikle 1972 yılı "Wintrup"daki Zappaesk
deneysel takılmaları çok hoş olmakla birlikte düşsel bir atmosferle
yaratılan bu müziklerin Kraan'ın ürettiği her albüme yayılması da takdir
edilecek bir durumdur. Sadece 1970'ler değil 2000'lerde de eski
anlayışla albüm üretmeleri, bu grubun ne kadar da önemli olduğunu gözler
önüne seriyor. 70’li yılların ilk yarısında bu grubun bazı eserleri
funk etkilidir. 72 yılı aynı adlı ilk albümü, 74 yılı "Andy
Nogger"(tuşlu ritimler çok baskındır bu albümde) ve "Let It Out"un
dışında 2003 yılı "Through"daki Happy The Man'in (Amerikalı topluluk) "The Muse Awakens" albümünü hatırlatan beste yapıları dışında 2007 yılında piyasaya sürülen "Psychedelic Man"
albümünde hissettiğiniz eski kayıt teknolojisi ile yapılmış hissi
veren, o yıllara meydan okuyan o dehşet soundunu da bizden
esirgememişler ve önlerinde şapkamızı çıkarmakta farz olmuştur. 2010
yılında da Kraan “Diamonds” albümüyle sevenlerinin karşısına çıkar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder