8 Kasım 2012 Perşembe

Anekdoten - A Time Of Day

ANEKDOTEN
A Time Of Day
Virta

İsveç’in “Dark Progressive Rock” grubu olarak ünlenen Anekdoten’in sabırsızlıkla beklenen bu albümü sonunda çıktı. En son canlı bir kayıtla karşımıza çıkmışlardı. Ondan öncesinde de “Gravity” albümüyle karanlık müziğin efendisi konumuna gelmişlerdi progresif müzikte. Anekdoten geçmişe dayalı referanslarını King Crimson’dan alan bir topluluk. King Crimson’un son dönemlerinden de bolca besleniyorlar. Bunun yanında Anglagard, Porcupine Tree gibi topluluklardan da yoğun bir şekilde besin almaktalar. Anekdoten’in müziği 4 sene içerisinde çok ilerlemişe benziyor. Daha önceki albümlerinden biraz farklı bir yapıda duruyor. Daha çok modern bir yapı var ve daha çok Post Rock sınırlarında gezinen bir albüm ortaya çıkarmışlar. Grubun üç vokalisti var ve bu albümde de Gunnar Bergsten adlı flütist bir sanatçıyla çalışmışlar. “Nucleus” ve “Vemod” albümlerinden çok çok iyi buldum; “Gravity” ile de benzerlikleri mevcut. Bütün şarkılar çok iyi fakat “King Oblivion” bana daha bir özel geldi. Karanlık Anekdoten ile tanışmamış olanlara…



SIMPLE MINDS
GRAFFITI SOUL
Universal Records


İskoç’ların 1980’li yıllardaki aktivist New Wave topluluğu Simple Minds yeni albümüyle yine sessiz sedasız girdi dünyamıza. Simple Minds her ne kadar isimleri beraber anılsa da her zaman gündemde kalmayı başarabilmiş U2 gibi bir topluluğun adı karşısında çok gerilerde kalıyordu. “The Breakfast Club” filmi aracılığıyla müzik dünyasında Don’t You (Forget About Me) ile fırtına gibi esmiş, “Belfast Child”, “Mandela Day” ve “Waterfront” gibi şarkılarla da kendilerini kabul ettirmişlerdi. Jim Kerr ve Charlie Burchill’in önderliğinde kurulan topluluk zaman zaman “Good News From The Next World” gibi bir albümle rock müziğe sırtını sağlam bir şekilde dayamış,“Néapolis” gibi farklı yapıdaki bir albümle ise elektronik tınıları müziğinde kullanmayı seçmişti. Bu kadar çeşitlilik arasında çok başarılı bir albüm sayılan “Black & White 050505”ın ardından dört sene sonra “Grafiti Soul”u çıkaran Jim Kerr ve tayfası müzik dünyasında belki eskisi gibi fırtına estiremeyecek ama çok iyi bir albümle kendilerini hatırlamamızı sağlayacak. Grubun eski popülaritesi artık kalmadı, bunun nedenleri çok çeşitli ama her şeyin ötesinde arka arkaya böylesine başarılı bir albüm ortaya çıkarıyorlarsa kendilerini de kutlamamız gerekir. Öncelikle bu albüm “Good News From The Next World” ve “Black & White 050505”ın bir sentezi gibi duruyor. Klasik Simple Minds soundu, Eddie Duffy’nin bestelere gümbür gümbür işlediği o bas tonları ve Charlie Burchill’in gitarının yarattığı o güçlü rock tınılar albümün ilk şarkısı “Moscow Underground”da öylesine belli oluyor ki sonrasında gelen “Rockets” ve albümün hiti sayılabilecek mükemmel şarkı “Stars Will Lead The Way” ile bu düşüncenizin doğru olduğuna işaret ediyor. Jim Kerr’in kararlı ve hisli vokal anlayışının sergilendiği “Light Travels” ve “Kiss & Fly”, albümün isim şarkısı “Graffiti Soul”un ise çok başarılı besteler olduğu apaçık ortada. Albümün vaat ettiği sadece bunlarla da sınırlı değil, eğer albümde bonus olarak yer alan şarkıya kulak atarsanız bir Neil Young bestesi olan “Rockin’ In The Free World” ile karşılaşabilirsiniz. Yok, ben çift cd olarak piyasaya sürülen baskıyı dinlemek istiyorum derseniz içerisinde Siouxsie & The Banshees’den tutun The Stranglers’a oradan Nick Lowe, Massive Attack ve Thin Lizzy şarkılarına kadar hepsini Simple Minds yorumuyla dinleyebilirsiniz. “Graffiti Soul”u da bu senenin en iyi albümleri listesine alalım lütfen.

SON VOLT
AMERICAN CENTRAL DUST
Rounder Records


Jay Farrar ve Jeff Tweedy. Bu iki önemli isim bugün alternatif country rock piyasasında dengeleri değiştiren bir yol izliyor. İkisinin de ortak noktası Uncle Tupelo isimli bir alternatif country rock grubu. Jeff Tweedy, Uncle Tupelo’yu dağıtıp Wilco’yu kurarken, diğeri Jay Farrar ise Son Volt isimli grubun temelini atıyor ve her ikisi de müzikal olarak temelinde aynı fakat yüzeysel olarak aynı tarz müziği sergiliyorlar. Wilco, indie müziğin daha “modern americana” yönüne eğilirken, Son Volt ise daha geleneksel yapıda müzik üretmekte. Geleneksel müzikten kastım bir Cross Canadian Ragweed ya da bir Reckless Kelly topluluklarının müzikleri gibi değil, aksine The Jayhawks ve Kanadalı Blue Rodeo gibi isimleri temel alan bir yapıdan bahsediyorum. 1990’larda kurulan bu topluluğun ikinci albümü “Straightaways” çıktığı yıl oldukça beğenilmişti ve daha sonra 2007 yılı tarihli “The Search” ile çoktan kendilerini kanıtlamışlardı. Grubun son çalışması “American Central Dust” ise bir parça “The Search” albümünden izler taşıyor. Besteler biraz daha durağan ve Jay Farrar’ın o kelimeleri yutarcasına temiz vokalleri her zaman ki gibi derin izler bırakıyor dinleyenlerin üzerinde. Çok fazla yoğun olmayan country gitar tonlarıyla bezeli bu albüm tıpkı Gary Louris’in (The Jayhawks, Golden Smog) solo çalışmasını da anımsatıyor. Son Volt bu çalışmasıyla beste bazında yine iyi bir albüme imza atmış fakat “The Search” albümündeki müzikal yapıyı devam ettirememiş gibi bir izlenim de hissettiriyor.

TORTOISE
BEACONS OF ANCESTORSHIP
Thrill Jockey


Müzik dünyasının dahi, alçakgönüllü ve sıra dışı topluluklarından birisi olan Tortoise beş sene sonunda nihayet yeni materyallerle karşımızda. Sırasıyla punk, jazz, techno, rock ve electronica’nın deneysel hallerini bir potada eritme kabiliyetine sahipler ve yıllar önce çıkardıkları kilometre taşı “Millions Now Living Will Never Die” albümü ile kendi yarattıkları ve sınırlarını çizdikleri o çerçevede müzik yapıyorlar. Ayrıca Ozric Tentacles gibi seslerle oynamayı çok seviyor, Neu! ve Can gibi toplulukların devamı gibi de görülüyorlar. Genellikle deneysel post rock olarak adlandırılan müzikleri her daim arkalarından gelen gruplarca taklit ediliyor. Tortoise, “Beacons Of Ancestorship” ile geride kalan albümlerine nazaran biraz daha güçlü, müzikleriyle bir kaos ortamı yaratmayı amaçlamış gözüküyor. Grubun patronlarından John McEntire’ın kullandığı synthesizer tonlarının 1970’lerde ortaya çıkarılan Tangerine Dream albümleri ve elektronik müziğin kült isimlerinden birisi sayılan Klaus Schulze’nin yarattığı o dâhiyane seslerle bir akrabalık bağları olduğunu düşünüyorum. Albümün ilk çalışması “High Class Slim Came Floatin’In” yoğun synthesizer partisyonlarına karşılık o güçlü bas soundu ile de geçmişe, Tangerine Dream zamanlarına dek götürüyor bizi. Bu albümü dinlerken bir yandan eski krautrock ve elektronica türleri ile ilgili atonal sesler yarattıklarına inandığım Tortoise’in bir yandan da yeni dönemden sadece Boards of Canada’nın ismini sayabileceğim, zekice melodiler kullanan bir grubun müziklerinden de feyz aldıklarını düşündüm. Albümden “Yinxianghechengqi”nin yarattığı punk etkisinin yanında “The Fall of Seven Diamonds Plus One” gibi “spaghetti western” tarzı müzikleri anımsatan bir yapıyı içerisinde barındırması da bu albümün ne kadar zengin bir ses dünyası içerisinde oluşturulduğunun bir göstergesi. Tortoise müziğinin farkı ise bu kadar değişik ismin sentezi altında kendilerinin oluşturduğu bir beyin kimyası içerisinde böylesine özgür sesleri harmanlayabilmesidir. Post Rock ve Electronica severler bu albümle uzun süre idare edebilir.


WILCO
WILCO (THE ALBUM)
Nonesuch


Tam da yaz günlerine merhaba derken Wilco’nun bu neşeli ve pozitif albümü insanın halet-i ruhiyesini bir anda değiştiriveriyor. Indie Rock’ın “modern americana” yönünden seslenen Wilco’nun geçmişi pek parlak. “Being There” ve “Summerteeth” gibi iki üstün kaliteli albümlerden sonra kendi müziklerinin farklı yönünü sergilediği “A Ghost Is Born” ile Indie Rock dünyasında hatırı sayılır bir yer edindiler. Jeff Tweedy’nin heyecanlı ve panik atak tripleri sergilercesine müziği farklı boyuta sokabilen vokalleri sayesinde de grup tekdüzelikten kurtuluyordu. “Wilco (The Album)” eski albümlerinin bir özeti gibi şeklinde tasvir edebileceğimiz, zaman zaman slide gitar ve akustik gitar’larla süslenmiş hatta ucu Sonic Youth’a dek uzanan bir yapıyı beraberinde getiriyor. Sadece bu değil, en basit hissedilen şarkılarda bile katman katman yerleştirilen melodiler mevcut ve her dinlemenizde sizi başka yerlere götürüveriyor. Birkaç dinlemeden sonra ilk defa duyabileceğiniz seslerle bile karşılaşabiliyorsunuz. “Wilco (The Song)” albümün açılışında yer alan bir şarkı ve Wilco severlere hitap edilmiş gibi duruyor. “Deeper Down”ın aniden değişebilen ritimleri arasında dolaşırken “Bull Black Nova”daki Thurston Moore (Sonic Youth) benzeri gitar denemeleri çok şaşırttı. “You and I”da Jeff Tweedy’nin Feist ile düeti, “You Never Know”daki klasik rock etkisi ve ardından gelen “Country Disappeared”ın samimi havası çok hoş. “Solitaire” adlı bestenin hemen açılışındaki tonların Nick Drake’i andırması hüzün yaratırken, aynı şekilde “I’ll Fight”ın neşeli folk partisyonları içermesi de bir o kadar pozitif bir etki yaratıyor. Wilco bu albümle bu senenin en iyi işlerinden birisine imza atmış gibi gözüküyor. Bu albümü dinleyin. Albümün ilk şarkısında Jeff Tweedy’nin dediği gibi, “Wilco will love you, baby”! 

*bant dergi'de yayımlanmıştır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder