9 Kasım 2012 Cuma

Camel - Harbour of Tears

CAMEL
HARBOUR OF TEARS
Camel Productions

                                                           Büyük buhran. 
          Ortalıkta mutlu mutlu dolaşırken ve havada günlük güneşliyken elime bir anda geçen melodiler diyarı hayatımı bir anda sonbahara çevirmişti. Yalnız benim değil, odada bulunan o 6 kişi de bana katılmış ve başlangıcından sonuna kadar hiç kimse ağzını açmamıştı. Ta ki sonuna kadar, o meleksi ses kuş cıvıltılarıyla birlikte denizin seslerine karışıncaya kadar… Tam 15 dakika.

        İnsan bazen böyle duygu sağanağı yaşayabiliyor ve her zaman da olmuyor. Belki içte bir şeyler birikiyor ve sonradan da bir anda katarsis yaşayabiliyoruz. Çok seneler önce değildi aslında, sadece 1996 yılında böyle bir materyal ile karşılaşmak, onu anlamak, sorgulamak ve bir anda geçmişe, tarihe dönmek insanı sarsabiliyor, gerçeklerle baş başa bırakılmak ve belki de en önemlisi hayatı sorgulamak. Ayrılışları, birliktelikleri, aile hayatının getirdiği o sımsıkı bağları yaşamak ve en sonrasında da büyük buhran sonucu birbirlerini hiç görememek, sarılamamak.

        1845’li yılların başlarında İrlanda’da meydana gelen o büyük kıtlık her şeyin başlangıcı olmuştu. O sıralarda insanlar ne hayaller peşindeydi kim bilir, kimisi de Clare ve Manu gibi büyük aşk yaşıyordu ve ailesi sıkıntılar yüzünden Amerika’ya göç etmişti. Clare’yi Galwan tepelerinde sonsuza kadar bekleyeceğini haykıran sevgilisi Manu ise onun hala döneceğine inanıyordu. Çok değil yıllar sonra İrlanda yine kıtlık dönemi yaşadı ve Frank McCourt’un “Angela’nın Külleri” adlı eserinde anlattığı gibi insanlar işsizlik yüzünden oldukça sıkıntı çekti ve psikolojik olarak göçe zorlandı.
          Zamanımızın en iyi otobiyografik roman yazarlarından birisi olan McCourt sanki bir mektup duygusallığında anlattığı bu eserinde sıkıntılı İrlanda bütün çıplaklığıyla anlatılıyordu. “Harbour of Tears” adlı eserde bundan farklı değildi. “Mirage” albüm tanıtımında üstat Andrew Latimer’ın nasıl bir ruh dünyası olduğunu ve kırılgan içyapısının ardında o naif duygularını bize iletmekteki başarısını biraz irdelemiştik. Harbour of Tears ise kendisinin aynen mektuplardaki gibi sımsıcak ve samimi duygularla yazdığı sıkıntılı geçmişine yolculuk yaptırıyor ve bizi İrlanda’ya götürüyor.

           “Yokluk içindeki yedi kardeşten biriyim ben. Beşimiz yeni bir sayfa açmak için evimizi terk etmeliydik.” diye başlar söze Latimer. Bu cümle o kadar keskin bir acı içeriyor ki inanılmaz. Gerçekçiliğin bütün sınırlarını altüst ediyor ve bütün çıplaklığıyla hayatın artık nerelere geldiğini gözler önüne seriyor. Bir önceki John Steinbeck’in güçlü realist eseri “Gazap Üzümleri”nden esinlenerek yaptığı “Dust And Dreams” adlı albümde de bu gerçekçiliğin içine yaşam savaşı yüzünden bir ailenin yolculuğuna tanık ediyorduk.
Şimdi veda vakti, beni hep hatırlayın. Hüzün limanından yelken açıyoruz.” cümlesi artık bir ailenin parçalanışının resmediliş sözleridir ve Andrew Latimer bunu büyüleyici geçişlerle öyle bir canlandırır ki gözünüzü kapattığınızda kendinizi bir film izlerken bulursunuz.
         “Harbour of Tears”, 70’leri büyük başarıyla ve 80’leri ise müzikal farklılıklarla geçiren Camel’ın 90 sonrasında yaptığı en başarılı albümlerden birisidir. Çok güçlü kavramsal öğelerle desteklenmiş konsept bir yapıttır. Dust And Dreams ile yarattığı o çiğ tonlar yerini daha tok gitar tonlarına bırakmış ancak davul tonajlamalarında biraz eleştirilmekten de kurtulamamıştır. Kadın vokalist Susan Hoover’ın (bazı şarkıları Latimer ile birlikte yazmıştır) katkısının çok büyük olduğu bu albüm, basist Colin Bass’ın da gerek vokalleri gerekse de müzikal fikirleri doğrultusunda oluşturulmuştur. “Harbour of Tears” ne “Mirage” gibi caz ve ritmik öğeler taşır ne de Camel’ın 80 dönemindeki new wave etkili eserlerine benzer. “Harbour of Tears” gücünü İrlanda’nın müziğinden alan keltik, zaman zaman klasik müzik ve folk normlarından beslenen çok güçlü ve detaylı bir müzikal yapıya sahiptir. Flüt ve klavye kullanımı, sinematografik geçişler, Latimer’ın oldukça David Gilmour’un duygusal icra ediş tarzına benzeyen inanılmaz yapısı ve müthiş enstrümantal bölümleriyle vazgeçilmez bir eserdir. Opeth’ten Mikael Akerfeldt bu albümün gitar tonlarından ve albümün tamamından oldukça etkilendiğini gözler önüne sermekten de kaçınmamıştır.

       Albüm Susan Hoover’ın bir geleneksel eseri yorumlamasıyla başlar ve Latimer’ın gitarı girdiğinde ise siz çoktan bambaşka bir dünyaya adım atmışsınızdır artık. Albümün canlandığı ve Latimer’ın artık sıra dışı melodilerle cirit attığı “Send Home The Slates”, bir hüznün nasıl yaratıldığına tanık olabileceğiniz kısa “Under The Moon” adlı çalışma, Colin Bass’ın bas figürleriyle başlangıcı yaptığı albümün en sürükleyici bestesi “Watching The Bobbins” sizi hüzün ve aynı zamanda gariptir huzur yolculuklarına çıkarabilecek derecede güçlü besteler. Folk etkilerinin başlıca ana öğesi olduğu “Eyes of Ireland”, flütün sinsi sinsi içe işlediği “Running From Paradise” ve sonrasında ise Andrew Latimer hep Latimer… End of the Day adlı bestenin sonlarına doğru yavaş yavaş içten içe sizi melankoliye davet eder ve flüt sonrasında gelen son 46 saniyede neler olduğunu tahmin edemeyeceğiniz iç hezeyanları geçirmenize sebep olur. Sonrasında ise gemi yolculuğuna devam eder…

          Albümün son eseri “The Hour Candle” adını taşıyor. Ben ve o 6 kişi albümün sonlarına yaklaşırken bittiğini sanıyorduk ama yanıldık hem de çok kötü yanıldık. Başlangıcından sonuna kadar hiç kimse ağzını açmamıştı ama o meleksi ses kuş cıvıltılarıyla birlikte denize karıştı dalgalarla bütünleşti tam 15 dakika. Andrew Latimer hüznün kıyısında o deniz seslerini bize armağan etmişti. (“The Hour Candle” 23 dakika olarak gözüküyor ama müzik bittiğinde sakın kapatmayın son 15 dakika kala sesini açın ve deniz dalgalarını öyle dinleyin.)

Babamın sesi hala kulaklarımda
“Nereye gidersen Tanrı yardımcın olsun oğlum.”
Hüzün limanından yol alıyoruz.
Elveda
Beni unutmayın.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder