13 Kasım 2012 Salı

Progressive Rock - 6 (Gruplar A-C)

            Şimdi ise daha önce de belirttiğimiz gibi progressive rock dünyasında önem arz etmiş fakat bir türlü şeytanın bacağını kıramamış ama bir şekilde etki yaratmış topluluklara bir giriş yapacağız. Bu grupların bazıları tek albüm yapıp dağılmış bazıları ise birçok çalışmayla dinleyicinin karşısına çıkmış ama sonradan tozlu raflara kendisini yerleştirmiş gruplar olacaktır. Arada müziğe devam eden gruplarda tanıtılacak fakat onlarda eski gruplar olacaktır.


ANABIS
Almanya’nın Marillion’ı sayılabilecek, pek duyulmamış müzik dünyasını epey gerilerden takip etmiş bir grup. Zaman zaman Genesis etkilerini üzerinde taşıyan senfonik yapıdaki besteleriyle tutunmaya çalışmış bir yandan da 80’lerin başlangıcında revaçta olan neo-prog dünyasından da nasibini almıştır. Bu sebeple Marillion’a oldukça benzemektedir. Marillion’un “Script For A Jester’s Tear” gibi bir albümüyle kafa kafaya gidebilecek derecede güçlü bir yapıya sahipken bunu devam ettirememişler ve zaman içerisinde kaybolup gitmişler. Bazen yumuşak tonlarda seyreden şarkıları bir yandan da çok güçlü tınlamakta ve dengesiz bir şekil çizmektedir. 84 yılı “Heaven On Earth” ve hemen arkasındaki “Wer Well” albümü dikkate alınmalıdır.
APHRODITE’S CHILD

Yunanistanlı, 60’lı yılların sonlarında müziğe başlamış, senfonik rock tarzında eserler vermiş gerek döneminde gerekse de günümüzde olsun pek tanınmamış gruplardandır. Bu grup hakkındaki en önemli bilgi Demis Roussos ve ünlü new age müzisyeni Vangelis’in bu grubun üyeleri olduğudur. Yunanlı olmaları dolayısıyla ve çok iyi müzik yapmalarına rağmen Avrupa prog müziğinde pek iyi yerlere gelememişlerdir. 68 yılındaki ilk kayıtları “End Of The World”, 72 yılındaki “666” albümü artık klasikleşmiştir ve içerisindeki “The Four Horsemen” adlı şarkı muhteviyatındaki en ünlü şarkısı olmuştur grubun. Vangelis bu grubun kalbi durumundaydı ve hep progressive müzik yapmak istemişti ama geri kalan üyeler çok farklı tarzlara yönelmek isteyince bu Aphrodite’s Child’ın sonu olmuştur.
ARTHUR BROWN’S KINGDOM COME

Psychedelic space müziğin İngiltere’deki neferlerinden birisidir. Alan Parsons ve Hawkwind gibi büyük isimlerle de çalışmış olan Brown psychedelic müziğe yön vermiş ve değişik açılımlar sergilemiştir. Yoğun klavye ve bas soundu, nereden geldiği belli olmayan deneysel ses melodileri ve yankı dolu vokaller bu oluşumun karakteristik özelliklerinden sayılıyor. Sadece bununla kalsa iyi R&B müziğe de göndermelerde bulunan bu değerli müzik adamı 70’lerde yaptığı iki albümle kült statüsüne erişmiştir. “Galactic Zoo Dossier” ve “Kingdom Come” adlarındaki bu albümler bir dönemi oldukça etkilemiş ve devamında bir sürü grup tarafından taklit edilmiştir. 73 yılındaki “The Journey” albümüyle daha da ileri gitmiş ve başarılarını ikiye katlamıştır. Bu grubun o dönemde oluşturduğu yapı bugün Ozric Tentacles v.b. gruplar tarafından kullanılmaktadır.
ASH RA TEMPEL
          Daha sonra kurulacak The Cosmic Jokers adlı grupta yer almış olan Manuel Göttsching ile eski Tangerine Dream elemanı büyük synthesizer üstadı Klaus Schulze’nin (yine The Cosmic Jokers’da da yer almıştır.) önderliğinde kurulmuş klasik bir krautrock topluluğu. NEU! ve Can gibi gruplara nazaran ismi daha az duyulmuştur fakat az sayıda albüm üretmelerine rağmen etkileyici kalabilmiş nitelikli krautrock gruplarından da bir tanesidir. Yukarıdaki iki isim birlikte grup kurmuşsa mutlaka dinlenmelidir. Bu iki büyük kompozitör Ash Ra Tempel’ı ilk albümünde o kadar uçurmuşlar ki içerisinde yer alan “Amboss” ve “Traummaschine” adlı eserler anında klasik oluvermişler. Karmaşık bir ses dünyasından bir boşluğa düşer gibi hissettiren müzikleri, derinlemesine giden karanlığa doğru giden bir yolu da bize göstermektedir. İkinci albüm “Schwingungen”de Klaus Schulze’nin olmamasına rağmen o aynı karanlık yapıyı sergilemeleri takdire şayan. Özellikle “Darkness: Flowers must die”ın derinlikli ve neredeyse 20 dakikalık “Suche & Liebe”nin o durgun-karanlık yapısı da bu albümün vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Beat şairlerinin en önemlilerinden sayılan Timothy Leary’nin olduğu “Seven Up” albümü ise grubun en iyi işlerinden birisi sayılıyor. Adı üstünde ilk çalışmanın ismi “Space” adını taşımakta. Bırakın ilk 10’u en iyi krautrock albümlerinde ilk 5’e oynayacak derecede güçlü bir çalışmadır “Seven Up”. Psychedelic gitarlar, efektli vokaller ve dehşetengiz bir yapı. Manuel Göttsching Klaus Schulze’nin ayrılmasından sonra grubun ismini kısaltır, Ashra ismiyle ve farklı bir müzikal yapıyla devam eder. Ama 2000 yılında bir “yeniden toparlanma” yüzünden beraber “Friendship” albümünü yayımlarlar. Bu çalışma ise eski Ash Ra Tempel albümlerine pek benzemiyor. Onlar kadar karanlık derin bir müzik içermiyor ama yine de güzel bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz.
ATOMIC ROOSTER
İngiliz grup muhteviyatındaki progressive rock tınılarını hard rock’la yoğurması sebebiyle ünlenmiştir. Emerson Lake & Palmer’da yer alan ünlü davulcu Carl Palmer’ında kuruluşunda bulunduğu bu topluluk, Vincent Crane’in Hammond org melodileri ile 70’lere damgasını vurmuştur. Crane’in özellikle 70’lerdeki Deep Purple müziğinde kullanılan o belirgin kilise org tonlarını Atomic Rooster sounduna yedirmesi kendilerini bir anda ayrıksı duruma getirmişti. Sert gitar sololar, onunla beraber giden güçlü baslar ve yüzeyde yer alan müthiş org tınıları. Bunların arasına Carl Palmer gibi usta bir davulcuyu da eklediğinizde ortaya çıkan sonuç oldukça tatmin edici oluyor. İlk albüm bu sayılan özelliklerin hepsini bir arada toplamış sanki. 1970 yılı bu albümdeki enstrümantal “Before Tomorrow” gayet o döneme uygun bir çalışma olarak gözükmekte. Vokalist ve davulcu değişimine uğrayıp ikinci çalışma “Death Walks Behind You”u çıkaran Atomic Rooster bu albümde Hard Rock öğelerini daha çok kullanmıştır. Yeni vokalist John Carr’ın sesi ise Deep Purple’ın ilk vokalisti Rod Evans’ı anımsatırken Crane ise o kaçık Hammond tonlarını sergilemekten geri durmaz. Üçüncü albüm “In Hearing Atomic Rooster” ile yine bekleneni veren grup bir sonraki farklı çalışması “Made In England”da hayranlarını şaşırtmıştır. Bu toplulukta 2000’lerde müziğe devam etmiş fakat çoğu topluluk gibi son zamanlarında pek tutulmamıştır. Sadece kendi kemik dinleyicilerine müzik yaparak devam etmektedir.
AQUARELLE

Kanada’nın prog dünyasına verdiği tek albümlük nadide gruplarından birisidir. Müziklerinde yer alan saksafon melodileri dışında klavye ve o hüzünlü bir şekilde kulaklara çalınan viyolin’in varlığı bu grubun bestelerinde çok önemli bir rol oynamış. Tek albümleri olan kendileriyle aynı ada sahip çalışmalarını çıkarır birde konser kaydı yapar ve sonra ayrılırlar. Fusion caz’ın klasik müzikle ve rock ile buluşmasını güzel sentezleyen gruplardan birisidir.
BEGGAR’S OPERA

İskoçların senfonik rock tarzındaki bilinen gruplarından birisi Beggar’s Opera ilk üç albümüyle progressive rock dünyasında hep parmakla gösterilmiştir ama tabii ki ne bir YES ne de ELP olabilmişlerdir. Vokalist Martin Griffiths’in etkileyici ve karakteristik vokalleri, Alan Park ve Virginia Scott’ın klavye ve mellotron’daki ustalıkları grubun müziğine de yansımış, vokalleriyle dikkat çeken ve müzikal yapısında var olan mellotron ve hammond org’un sayesinde de senfonik ağırlıklı bir topluluk olmuşlardır. ELP ve eski dönem Deep Purple albümlerinde kullanılan kilise orgu tonları bu grubun çoğu eserlerinde baskın bir şekilde duyulmaktadır. Gitarların çok ağırlıklı olmadığı Beggar’s Opera grubunun ilk albümü 71 yılında “Act One” adıyla çıkmıştır. Bu albüm çok başarılı bulunmuş özellikle giriş şarkısı “Poet and Peasant” ve gitar soloların oldukça bol kullanıldığı  “Raymond’s Road”un bizi aniden klasik müzik ve barok müzik seanslarına dâhil etmesi de bu albümün artı noktalarından. Sanki bir kilise içerisinde dolaşıyormuşsunuz hissini veren müzikleri de bir o kadar nostaljik duygular verebiliyor. Sonraki albümler olan “Waters of Change” ve “Pathfinder” ile başarı anlamında daha da ileri giden bu toplulukta düşüş 70’lerin sonuyla birlikte başlıyor. 96 yılında çıkan “Final Curtain” ile gerçekten de çok kötü bir albüm yapmayı başaran Beggar’s Opera daha çok eski albümleriyle bilinmektedir.
BIRTH CONTROL

    German Rock tayfasının en önde gelen isimlerinden birisidir Birth Control. İlk “Backdoor Possibilites” albümü ile tanımıştım ama tabii ki bu albüm grubun orta dönemine tekabül ettiği için çok detaylı bir bilgi birikimine sahip değildim. O haliyle bir hard rock grubunu andıran Birth Control’un daha önceki albümlerine kulak attığınızda her şey birer birer çözülüyordu. Almanya genellikle krautrock gruplarının diyarı olarak bilinse de caz rock veya diğer progressive rock tarzlarında da biraz söz sahibi olmak istiyordu. Burada bir parantez açmak isterim ki o da İngiltere’nin ve İtalya’nın da bu tarz müzik konusunda Almanya ile kapıştığıdır. Bütün bu çekişmeler arasında Progressive Rock dünyası öyle değişken bir yapı sergiliyordu ki müzisyenler bir yaptığını gelecek albümlerde sergilememeye başlıyordu. Caz rock’ın geçmişi fusion’a yakın müzisyenlerin oluşturduğu gruplarca sergileniyor oluşu bir yana sırf eleman değişikliği yüzünden koskoca bir grubun tarzı da yavaş yavaş etki altına giriyor, bambaşka sulara açılıyordu. Birth Control unun en bariz örneğidir.

İlk albümde icra ettikleri caz rock’ın gelecek albümlerde bombardıman şeklinde bir hard rock’a dönüşeceği ve bu grubun da böylece kendi dinleyicilerince efsane kategorisine yerleşmesini engellemeyecekti. Peki, bu grubun sadece bu dönüşümle efsane olması yeterli miydi, elbette hayır. Onun açıklaması ise kendilerinin çok açılımlı müziklerinde yatıyordu. Zaman zaman caz rock diyarlarında geçen müzikleri hard rock kisvesi altında yer yer klasik müzik ve deneysel müziğin sınırlarına da uğradı. Şöyle baksanız dengesiz bir süreç geçiren bu topluluk yaşadığı her değişimden 1977 yılına kadar kârlı çıktı. Aynı adlı ilk albüm, “Operation”, “Hoodoo Man”, “Plastic People ve 1976 yılı albümü “Backdoor Possibilites” ile çok şey başardılar ama 1980’li yıllar onlar için hiç de iyi geçmedi. Bazen saf hard rock icra eden topluluk birçok hayranından da eleştiri almış ve artık geri dönülemez bir yere doğru yolculuk yapmıştı. 1982 yılında ise dağılmış 1995’deki “reunion” sonrası çıkardıkları albümler de hiç ilgi çekmemişti. En son 2003 yılında çıkardıkları “Alsatian” ise çok yanlış bir hamleydi onlar için. Ama german rock denilince, Birth Control akla gelen ilk gruplardan biridir. Davulcu vokalistleri bile vardır. Alman hard rock’ını seviyorsanız zaten yolunuz bellidir.
BLACKWATER PARK

Almanya’nın krautrock arenasında tek albümle ortaya çıkmış ve daha sonra kaybolmuş gruplarından birisi. Saf krautrock yaptıkları zannedilmesin çünkü müzikleri oldukça farklılık arz ediyor. Bugün sert blues rock dediğimiz bir tarzı geçmişte 70’lerde onlar çok güzel uygulamıştır. Çift gitar partisyonları üstüne “heavy” bir müzik sergileyen Blackwater Park’ın 72 yılı tek albümü “Dirt Box” sadece bu müziği dinleyenlerce biliniyor ve seviliyor. Böyle grupların daha da ileri gitmesi imkânsız, devamı gelmemiş bir proje ve daha da başarılı olacakken her şeyi geride bırakıp dağılmak. Belki o zamanlarda müzikal anlayışlar daha farklıydı, belki de başka gruplarda sürdürdüler müzik yaşamlarını ama bugün bile ünlü müzisyenlere ilham aşılıyorlarsa (örn: Opeth’den Mikael Akerfeldt) yapacaklarını yapmışlar demek düşer bize.
BOKAJ RETSIEM

Almanya, yıllardan 1968 krautrock günleri ve karizmatik bir grup. Bazen en sıkı krautrock dinleyenlerin bile bir şekilde ıskaladığı bir grup Bokaj Retsiem. Hammond Org’un müziğin tabanından gelen o ayrıksı sesiyle, heavy gitar riflerinin birbirine karıştığı, şiirsel vokallerin bulunduğu, devamlı gezen davul vuruşlarının zil seslerine bulandığı psychedelic bir kaos albümü, tabi ki ismi üzerinde “Psychedelic Underground”. 1968 yılında bir albüm yapıp hemen ortadan kayboluyorsun ve seneler sonra o yıllarda yapılan müziğin tadını biz çıkartıyoruz. Vokalistin sesi bir nebze eski Deep Purple vokalisti Rod Evans’ı anımsatırken bu topluluğun bir tarafının da blues müzikle ilgisi olduğunu belirtmek gerek. Karanlık bir dünyadan yer altlarından gelen acı bir çığlık gibi tınlıyorlar kulaklarda, bu da “Psychedelic Krautrock”ın tanımı da olabiliyor. Takip edin!
BRAINTICKET

Krautrock sadece Almanya’dan sorulacak değil ya, İsviçre’den de prog dünyasına çok güçlü bir isim armağan edilmiştir. Brainticket ismindeki bu topluluk beyin kimyanızı alt üst edecek düzeye getirmeye ant içmiş bir şekilde müziği deneysel hale sokuyor ve çift analog klavye ile olabilecek en derin noktalara kadar sizi götürüyor. Şu gruba benziyor bile diyemeyeceğim grubun müzikal tavrı sizi kozmik dünyalara uçuracak derecede kuvvetli. “Cottonwoodhill”, “Psychonaut” ve “Celestial Ocean” çok üst düzey albümler olarak bilinirken, grubun 80’lerde ve 2000’lerde oluşturduğu çalışmaları da belli bir kalitenin üstünde gözüküyor. İsviçreli bu dahiler müziğe öyle etki etmişler ki krautrock dinlemeyenleri bile etki altına almayı başarmışlar. Albümlerinde halüsinasyon gören bir insanı müzikle tasvir etmek onların işiydi.
BRÖSELMASCHINE

Prog Folk gruplarının birkaç isim dışında pek şansı olmamıştır, ne Pentangle ve Renaissance kadar büyümüşler ne de onlar kadar iyi albüm üretmişlerdir. Bröselmaschine’de sadece ilk albümünde çıkış yapmayı başarmış yer altı topluluklarından birisi. Atmosferik sayılabilecek müzikleri Amerikan folk’undan İngiliz folk’una ve doğu melodilerine varana kadar geniş bir yelpazede dinleyiciye sunulmuş. Flüt, sitar ve akustik gitarlarla birlikte yapılabilecek en deneysel folk müziğini yapmayı başarmışlar. 71 yılında, kendi adlarını taşıyan ilk albümleri kulaklarda o kadar güzel tınlıyor ki bu bağlamda geleneksel bir şarkı olan “Lassie”, “The Old Man’s Song” ve albümün açılış çalışması “Gedanken” grubun en üst noktası sayılıyor. Joni Mitchell, Bert Jansch, Hoelderlin, Emtidi gibi isimlerle beraber anılsa hiç sırıtmayacak derecede kaliteli eserler üreten bu psychedelic folk topluluğunu dinlemenizi öneririm.
CAROL OF HARVEST

Carol of Harvest sadece bir albüm çıkarmış, Almanya’nın ender progressive folk gruplarından. Her folk grubu gibi etkilerini Pentangle, Renaissance ya da Clannad gibi gruplardan almışlar. 78 yılında, kendileriyle aynı adı taşıyan albümde vokalist Beate Krause aynı Sandy Denny gibi şarkılara derinlikli, öykünerek vokal yapmıştır ve bu da grubun psychedelic yapısına uygun düşmüştür. Bestelerde genellikle folk ağırlığı pek bulunmuyor fakat genellikle mid-tempo giden bu eserlerde klavyenin ağırlığı ön planda diyebiliriz. Klavye müziğin psychedelic olmasını gitarlar ve vokaller ise şarkıların bir parça folk olmasını sağlamış. 16 dakikalık “Put On Your Nightcap” dışında ilgi çeken çalışmalar olarak “You And Me”, “Try A Little Bit” ve “Sweet Heroin” gibi şarkıları örnek verebiliriz. Carol of Harvest bu tek albümden sonra kayıplara karışıyor ve kendileri hakkında pek bir bilgiye sahip olamıyoruz. Eğer çok daha erken zamanlardan itibaren buluşup albüm çıkarabilselerdi bu birikim ile Almanya’nın Pentangle’ı olmaları işten bile değildi.
CLEARLIGHT

Fransızların senfonik progressive rock'taki en bilinen gruplarından bir tanesi. Bünyesinde ünlü müzisyenleri barındıran grup caz etkili bazen space rock taraflarında gezen saksafon ve violin katkılı bir müzik yapıyor. Gong'dan Steve Hillage, Tim Blake ve Didier Malharbe, Magma grubundan ise Didier Lockwood Clearlight'ın albümlerinde yer alan isimlerden bazıları. Bu müzisyenlerin grupta yer alması sebebiyle topluluk müziğini de bir anlamda daha çok dinleyiciye tanıtma amacına ulaşıyor. Clearlight'ın başyapıtları diyebileceğimiz ilk albüm 73 yılında "Clearlight Symphony" adında çıkmıştır. Ardından gelen "Delired Cameleon Family", "Forever Blowing Bubbles" ve 78 yılı "Visions"ın önemini burada belirtmek gerekir. Bu albümlerle Fransa'nın da bu tarz müzikte ne kadar ileride olduğu görülüyor. 1990'da yayımlanan ve ilk albümün devamı niteliğini taşıyan "Clearlight Symphony II"de grubun başarılı örneklerinden birisidir. Topluluk günümüzde de Cyrille Verdeaux önderliğinde müziğine devam ediyor.
COMUS

Comus için İngilizler'in acid folk alanında ulaştığı en son nokta denilebilir. Müzikleri progressive folk olarak da adlandırılır ve sadece tek albümle eski dönem acid folk tarzının yeniden tanımlanması bu grup sayesinde olmuştur. Bazı çalışmalarında Psychedelic tınılarına da rastlayabileceğiniz bu grubun çok fazla albümü bulunmamaktadır. 71 yılı "First Utterance" adlı kayıtla günümüz progressive müziğine de etki edebilen grup yer yer Jethro Tull ve Curved Air etkileri, akustik flamenko dokunuşları ve King Crimson müziğinden yoğun derecede feyz alışları sayesinde çok karmaşık sayılabilecek derecede vokal partisyonlarına da sahiptir. Viyolin, viyola, flüt, obua ve perküsyonlar müziklerinde çokça yer bulur. Bu grubun günümüzdeki en önemli takipçisi ise Opeth'den tanıdığımız Mikael Akerfeldt'dir. İleri düzeyde progressive rock plak toplayıcısı olan Akerfeldt, bu grubun plaklarını koleksiyonunun en değerli parçası olarak görür ve bazı röportajlarında bu grubun tişörtünü giyerek de topluluğa olan hayranlığını gösterir. Comus'u ilk olarak dinlemekteyseniz pek birşey anlamayabilirsiniz; çünkü üst üste zekice yerleştirilen melodiler birkaç dinlemeden sonra ortaya çıkar ve grubun müziğine hayran olursunuz. Diana, Drip Drip, Song to Comus gibi çalışmalarla gerçekten de hatırı sayılır iş yapmış ve yıllar sonra bile bir çok dinleyiciyi ve müzisyeni etkisi altına alabiliyorlar. 2012 yılında ise grubun Out of the Coma albümü çıkmış ve eski günlerindeki gibi aynen aynı kalitede müziklerini yorumlamışlardır.
CORNUCOPIA

Cornucopia, ünlü krautrock plak şirketi Brain Records’un kataloğunda rastladığım tek albüm yapıp dağılmış Alman bir gruptu. 1990’ların sonunda ise yine ünlü plak şirketi Repertoire Records cd’lerinin Türkiye’ye daha çok gelmesiyle beraber bu tek albümlük gruplara da rahatlıkla ulaşabiliyorduk. Bu katalogda Electric Sandwich ve Lava gibi gruplar da vardı fakat Cornucopia benim için biraz daha ön planda olduğundan –albümün kapağını çok sevmiştim- onu edinip dinlemiştim hemen. Bir rock müziğin oluşması için hangi müzik aletleri gerekliyse Cornucopia bunun üstüne flüt, saksafon gibi enstrümanları eklemiş, dahası Pink Floyd benzeri dokunuşlarla süslemiş bir fantastik psychedelic grup görüntüsü çizmekteydi. Bir de bu özelliğin üzerine caz ve canterbury ekolünün gruplarınca sergilenen yapıyı eklediğinizde ortaya çıkan sonuç inanılmazdı. Topluluk albümde yer alan 4 çalışma ile kendisini sevdirmiş ve hemen ardından dağılmıştı. Sırf bu sebepten bile efsane olabilecek kapasitede iyi bir gruptur. Bahsettiğim albümün ismi ne mi? Tabi ki 73 yılı basımlı “Full Horn”.
CRESSIDA

Senfonik rock tarzında İngiltere’nin yer altı topluluklarından birisidir. Sadece iki albüm yapıp dağılmışlardır ama oluşturdukları bu iki çalışma o kadar önemlidir ki günümüz müzisyenlerini bile etki altına almıştır. Aynı adlı 72 yılı albümü bir klasik olmakla birlikte Caravan, Fruupp, The Moody Blues gibi grupların sentezini yapmış ve bu sayede kendi melodik soundlarını oluşturmuşlardır. 71 yılı bir sonraki “Asylum” albümüyle de başarılı bir grafik çizmiş fakat bu çalışmanın ardından ortadan kaybolmuşlardır. Cressida, folk, psychedelic, caz gibi türleri harmanlamış ve bestelerinde org melodilerini yoğunlukla kullanan önemli gruplardan biridir.
CURVED AIR

İsimleri Caravan, Renaissance gibi gruplarla birlikte anılan İngiliz progressive rock grubudur. Müzikal tarzlarını bir yere yerleştiremezsiniz, özgür bir biçimde folk, klasik müzik ve fusion cazın sentezini kurmuşlar ve 70’li yıllarda çıkardıkları albümlerle adından söz ettirmişlerdir. Vokalist Sonja Kristina geçmiş dönemlerden beri grubun ilgi odağı durumunda ve bu yüzden Renaissance dinleyicilerine de yakın gelen bir tarzı var. Curved Air’in ilk iki albümü olan “Airconditioning” ve “Second Album” çıktıkları yıl haklı bir ilgiyle karşılanmış ama asıl başarı “Phantasmagoria” albümü ile gelmiş. 72 yılı bu albümdeki “Melinda” şarkısı çok beğenilmiş, grubun klasik müzikten yaptığı varyasyonlar da çok tutmuştur. The Police davulcusu Stewart Copeland ise bir dönem bu toplulukta yer almış 75 ve 76 yıllarındaki albümlerde çalmıştır. Bu topluluk 2000’lerde de müzik yapmıştır ve yapmaya da devam ediyor ancak ne var ki geçmiş dönemdeki başarıları maalesef yok.
...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder